Şehid Hüseyin Akbalık`ın Muhterem Annesi Meryem Akbalık`a…)

Sözlerime nerden başlayacağımı bilmiyorum. Dahası sözlerime başlamak da istemiyorum. Ben şair değilim, şiir yazmayı beceremem. İsteğim, köşemde bir şeyler yazıp kendimce gündem oluşturmak, bir işe yaramış olmak… Ama sen, neden sürekli yüreğime takılıyorsun ana?

Yumuk yumuk gözlerin ruhuma işliyor. O yumuk gözlerinin ardında göz renginden başka neler saklıyorsun, neden o masum bakışlar yüreğime işliyor da seni aklımdan çıkarmıyor ana?

Daha sakalları çıkmadan Rahman`a mazlumca uğurladığın evladının acısı mı, yoksa hasta da olsa kavuştum derken, Hüseyin`inden ayrılmanın hüznü mü yumuk gözlerinden fışkıran?

Hem, öyle herkese ana diyemem ben içimden de olsa. Neden sen aklıma gelince içimdeki ses hep ‘ana` diye çağırıyor seni? Seni hiç görmedim; sen de beni… Ama sana olan bu yakınlığım nerden geliyor ana?

Evladının biri hainler tarafından şehid edilmiş. Diğeri de adeta hapse değil ölüme mahkûm edilmiş. Zindanda geçirdiği süre zarfında babasını kaybetmiş, taziyesine bile katılamamış. Sonra hastalanmış, ağır hastalık demişler. Sonra da adeta ‘Zaten ölecek, başımızı ağrıtmayalım.` diyerek zaten olmayan, yani hak etmediği cezayı evde çekmesine karar verilmiş. Çok geçmeden de vefat etti zaten.

Bunca zulme karşı merakla “açıklamanı” bekledim; ‘Bu yüreği yanık ana, bu, zalimlerin gadrine uğramış yaşlı kadın ne diyecek de gönlümdeki ağırlık kalkacak` diye. Zihnimde olaylar birbirine karışmış, hangi zulmün faili kimdir diye düşünürken ben, bunca zulme nasıl bir karşılık verilir diye düşünürken, hangi zalime nasıl haykırılır ki diye kahrolurken, sen tek kelimeyle meseleyi de beni de bitirdin: İmtihan…

Yılların acısını,

Ve dahi taze ve henüz kan damlamakta olan Hüseyin`inin yarasını bir tek merhemle kapatıverdin. İmtihan dedin be ana; olayı da beni de bitirdin.

Yıllar önceydi, güzel bir insana dert yanıp: “İmtihan Allah`tan gelse çekilir de, insandan gelenleri çok ağır.” demiştim. O da bana: “Sen sınavın konularını bile anlamamışsın be evlat!” demişti. İşte sen ana sen, sınavın konularını hangi medresede öğrendin?

“Allah bana evlat verdi, büyüttü ve sınadı. Bir oğlum şehid oldu, diğeri cezaevine girdi. Ömrünü zindanlarda feda etti, canını verdi. Ben hiç pişman değilim ya Rabbi! Çünkü bu Rabbimin emri, kulların değil. Onun için hamd ve şükrediyoruz.”

Ey yıllarca cezaevi yollarında ömür eskiten ve iki oğlunu da şehit verdikten sonra hamd ve şükreden yüce kadın! Sen elleri değil, ayakları öpülmeye layıksın. “Ya Rabbi! Hüseyin`imin gidişini hayırlı kıl, bizi daha büyük bela ve musibetlerden muhafaza eyle…” dedin ya, ‘İşte` dedim, ‘Kendini kaybetmemiş bir anne profili.`

Ah ana ah! “Oğlumu zindana koyarak Rabbim bizi sınadı” diyorsun. Bu Üstad Bediüzzaman`ın seviyesidir. Sahi, bilinmedik diyarlarda, uzak şehirlerde, belki okumayı yazmayı bile bilmeyen sen, bu imanı hangi hocadan, hangi kitaptan öğrendin?

 Yaşlı bir kadın yoldan geçerken kalabalık bir grup görmüş. “Nedir bu kalabalık evladım?” demiş. Gençlerden biri cevap vermiş: “Bir âlim Allah`ın varlığını bin bir delille ispatlıyor teyzeciğim.” demiş. Yaşlı kadın dudak bükmüş ve “Onun kafasında bin bir şüphe olmasaydı bin bir tane delil de bulmazdı.” demiş. Uzaktan bunu duyan âlim ellerini açmış ve:

“Allah`ım, şu kadının imanından… Allah`ım, şu kadının imanından…” demiş.

Anacığım… Rabbim bize senin imanından versin ama biz zayıfız, seninki gibi imtihanlarla sınamasın bizi. Bak, nasıl da senin gibi olamıyorum, nasıl da pazarlık yapıyorum görüyor musun ana? Belki bu yazdıklarımı gözünle okuyup kulağınla dinleme imkânın olmayacak ama Rabbim dilerse gönlünle hissedersin. Ne diyorum biliyor musun ana! Ellerini semaya açıp, o ruhuma işleyen yumuk gözlerini iyice yumduğunda… Gözkapaklarının mazgalından, mahpus yaşlar sızdığında… Bizi de duanda unutma.