Hamd âlemlerin Rabbine, salat ve selam da O’nun pak Rasulüne olsun.

Çocukluğunuzu hatırlıyor musunuz? Etrafımızda harıl harıl çalışan büyüklerimiz vardı. Anne yahut ninemiz erkenden kalkar, hamur mayalar, ekmek yapar, çamaşırı elde yıkar, varsa hayvanlara bakar, inek sağar, süt almaya gelen müşteri ile uğraşır o da yetmez dikiş diker örgü örer akşama kadar durmadan çalışırdı. Büyüklerimiz ev işlerinden de diğer işlerden de asla korkmazlardı. Onları sürekli hareket halinde görürdünüz. Babalarımız eve geldiğinde tertemiz bir ev, hazır sofra, güler yüz ve huzur bulurdu evde. O huzurla, günün yorgunluğuna aldırmadan evin bahçe işlerine girişirlerdi.

Şimdi onlarla aynı yaşta olan bizlere bakıyorum da ne kadar yorgunuz. Kadınıyla, erkeğiyle yorgun… Kimsenin kimseye destek olacak hali yok. Destek istemeyi bırakın, “Köstek olmasın da desteğini de istemem” modunda herkes.

Gelişen teknoloji ile birlikte kolaylaşan yaşam şartlarına rağmen, nedir bizi bu denli yoran? Bazılarımızın evini robot kendisi süpürüyor. Birçok işi aletin bir düğmesine dokunmakla yapıyoruz. Kendi kendine çay demleyen çay makineleri, malzemeyi yerleştirip düğmesine basıp birkaç saat sonra ekmeğinizi pişmiş şekilde çıkaran ekmek makineleri, çamaşır kurutma makineleri vs.

Yine de her şeye rağmen yorgunuz. Önceleri herkes dik durmaya çalışırdı. Şimdi çekinmeden gösteriyoruz yorgunluğumuzu. Nasıl olsa hep suçlu bu hava(!). Her mevsimi kendi yorgunluğumuza bahane ederek vicdanımızı rahatlatıyoruz. Eskiden de hava aynı hava değil miydi?

Âcizane kanaatim bizler ruhundan çaldıkça bedenleri de mahrum kalanlarız. Nefsi ruhun önüne geçirdikçe ruhu sıkılanlarız. Eskiler bildiklerini uygularlardı, vicdanları da rahattı. Hem erken kalkarlardı. Böylece “Allah’ım erken kalkan ümmetimin vaktine bereket ver.” duasına nail olurlardı. Biz gün içinde uykumuzun gelmesinden korkuyor ve sabah namazından sonra bir müddet daha uyuyoruz. Günün en bereketli vaktini uykuya feda etmenin acısını gün içinde yaşıyoruz. Dermanımız kalmıyor, ruhumuz sıkılıyor, maddi veya manevi bir işi yapacak gücü kendimizde zor buluyoruz.

Olmaması gereken çok şeyi öne alıyor, önemli işleri de arka plana itiyoruz. Kıymetli bir yazar ablamızın çok hoş bir sözü var:

“Telefonum çaldı;

Vaktimi,

Beynimi,

İbadetimi,

İşimi,

Gücümü

Hayatımı çaldı!”

 

Bir telefon bile bu kadar çok şeyi çalıyorsa… Bazen saate bakmak için elimize aldığımız telefonu yarım saat sonra saate bakmamış olarak yerine bırakıyoruz. Kendimizi kaybedecek kadar ne var ki bu küçücük cihazda?

Eskiden dünyalık ve ahiretlik dediğimiz iki tip insan vardı. Şimdi dünyalık insanlar da ikiye ayrılmış durumda. Dünyalığın da dünyalığı var artık. Zira eskiden dünyalık diye nitelendirilen insanlar, sadece dünyalarına fayda verecek işler yapardı. Şimdi ise birçoğu, dünyasına da ahiretine de zarar veriyor. Çok fazla negatif enerji, çok fazla gereksiz yük yüklüyüz. Aktif iyilerle, samimi Müslümanlarla ve çalışkan kişilerle bir arada olmaya ihtiyacımız var. Fazlasıyla dünya kokuyoruz. Gerekmeyen şeyleri kendimize dert ediyoruz. Sonra gereklilerden de mahrum kalıyoruz. Söylenecek söz çok ancak yazıyı kıymetli bir yazarın düşünülesi sözüyle bitirelim:

“Dünyayı sırtından indirince daha hızlı koşarsın. Bak kuşlara!..”