Siyonist katillerin Gazze’deki vahşet ve katliamları devam ederken, Beyrut’ta da önce siber, ardından da fiziki saldırıları ile yüzlerce can kurban verildi. Yaşanan vahşeti dile getirmeye ne kelimeler ne de cümleler kifayet ediyor. Bir yandan siyonist vahşeti ve vahşi batıyı tanımlamak, öte yandan İslam ümmetinin vahşet karşısındaki acizliğinden dert yanmak artık bir anlam ifade etmiyor.

Belki de yapılabilecek şey, Enes bin Nadr’ın Uhud günü haykırdığı mesajı bugüne taşımaktır. O gün, zafere doğru koşarken Okçular Tepesine yerleştirilen nöbetçilerin ganimet derdine düşüp nöbet yerlerini terk etmeleri ile yaşanan hezimet sonrası, Hz. Peygamberin şehadet haberi yankılandı. Bazı sahabiler Peygamberin şehid olduğu söylentisi ile üzüntüden kılıçlarını bıraktı. İşte bu noktada Enes bin Nadr meydana çıktı ve şöyle haykırdı: “Resulullah Aleyhisselam şehid olduysa hiç şüphesiz Allah Hayy’dır. Peygamberden sonra siz sağ kalıp da ne yapacaksınız? Kalkın! Resulullah Aleyhisselam’ın can verdiği dava uğrunda sizler de savaşın ve şehid olun!”

İşte bu haykırış, savaşın dönüm noktası oldu ve Müslümanlar tekrar savaşarak büyük bir hezimetin yaşanması engellendi. Ama Hz. Hamza, Mus’ab bin Umeyr ve Enes Bin Nadr’ın da aralarında olduğu 70 kadar mü’min şehid oldu. Enes bin Nadr’ın bu sadakati üzerine Ahzab Suresinin 23. ayetinin nazil olduğu rivayet edilir: “Mü’minlerden öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehid olmuştur). Bir kısmı da (şehid olmayı) beklemektedir. Ve verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”

Siyonist vahşetiyle İsmail Heniyye başta olmak üzere nice değerli şahsiyet, masum çocuk, kadın ve mazlum katledildi ve hala katlediliyor. Gönüllerde hüzün ve yüreklerde sızı elbette eksik olmuyor. Ancak şairlerin yazdığı ve sanatçıların seslendirdiği gibi; “Can dediğin nedir kardaş, Allah için vermeyince” ve “Madem ölüm tek bir defa gelecek, o da neden Allah için olmasın.” Evet, sözlerine sadakat gösteren bu değerli şahsiyetlerin ve masumların ardından Enes bin Nadr’ın mesajı akla geliyor. Nice kıymetli şahsiyetler göçüp giderken dünya hayatının ne anlamı olabilir ki! Yapılması gereken, onların davası uğrunda bir mücadele ve layık olana gelecek olan bir şehadetin umutlu bekleyişi…

Tabi mücadele sürecinde “okçular tepesi”ni unutmamak gerek. Bugün verilen mücadelede bizim okçular tepemiz nedir veya neresidir? Elbette ki Kudüs ve Mescid-i Aksa için meydanlarda veya salonlarda yapılan etkinlikler, boykot eylemleri, maddi ve manevi tüm destek çalışmaları bugün bizler için “okçular tepesi”ndeki görev ve sorumluluklardır. Ancak sadece bunlar ve bazı duygusal/hamasi söylemler yeterli değildir.

Daha da önemlisi; son siber saldırılarda da görüldüğü gibi, çağın en önemli okçular tepesi bilgi ve teknoloji alanıdır ve bu alanların terkedilmesinin büyük zafiyetlere yol açacağı unutulmamalıdır. Özellikle gençlerimizin Şeyh Ahmet Yasin’in şu sözüne hassasiyetle riayet etmesi gerekiyor: “Müslüman gençlere nasihatim en başta İslam ahlâkıyla ahlâklanmalarıdır… Müslümanlara ilme önem vermelerini tavsiye ediyorum. İlim gelecekte bizim düşmanımıza karşı zafer elde etmekte kullanacağımız silahımız olacaktır...”   

Elbette Şeyh Yasin’in de ifade ettiği gibi ahlâk temelli olan bir bilgi ve teknolojiden bahsedebiliriz. O nedenle maneviyatımızın merkezi olan camilerimiz önemli “okçular tepeleri”mizdir. Selahaddin Eyyubi’nin uyardığı, Şeyh Yasin’in de uyguladığı ve hatta şehid olduğu sabah namazlarında camilerimizi “mehcûr bırakmamak", belki de Mescid-i Aksa’nın özgürlük mücadelesinde bizler için önemli bir ilk adım olacaktır.