Din`in tarihi insan ile başlar. İlk insan mümin ve Müslüman`dır. İlk din de İslamiyet, yani teslimiyettir. Allah`a teslimiyet; ona inanma, ona güvenme ve onun hükümranlığına boyun eğmektir. Din, fert ve toplum için kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bu yazımızda din`e duyulan ihtiyaç ile onun toplum ve insan hayatındaki sınırları üzerinde durmaya çalışacağız.

Dünyaya gözlerini açan her canlı kendisini koruyacak, ihtiyaçlarını giderecek bir şeyler arar, tutunacak bir dal bulmak için uğraşır. İhtiyaç ve arzuları yaşadığı dünyanın sınırlarını aşan insan ise, görünenin ötesindeki en mükemmeli arar. İşte insanın özündeki bu duygu, onu inanmaya sevk eder. İnsan ile hayvan arasındaki en temel farklardan biri, insanın bir ideal ve inanca sahip olmasıdır. İnsan ‘inanan` bir canlıdır.

Hayvan, maddi ihtiyaçları karşılanınca rahatlar ve bir sorun yaşamaz. Ancak insan böyle değildir. İnsanı bu sınırlı dünya tatmin etmez. O, bundan çok daha fazlasını ister. İşte insanın ebediyete uzanan bu arzu ve istekleri onu inanmaya sevk eder. Maddi bünyemiz için yemek, içmek gibi temel ihtiyaçlar ne ise, ruh için de iman odur. Yani, insandaki din duygusu fıtridir; kimilerinin iddia etmiş olduğu gibi sosyal yapının ortaya çıkardığı bir kültür ve gelenek değildir din. Bu nedenle tarihin bilinen en eski dönemlerinden beri inançsız bir topluma rastlanmamıştır.

Din`in, beşeriyetin daha sonraki merhalelerinde ortaya çıktığı, güçlü sınıfın zayıfları sömürmek için uydurduğu bir hikaye olduğu şeklinde özetlenebilecek materyalist yorumların tutarlı ve doğru hiç bir tarafı yoktur. Dinler tarihine bakıldığında kurucusunun zengin veya iktidar sahibi olduğu bir din görülemez. Tarihi materyalist diyalektiğin iddia ettiği üzere din, güçlü sınıfın ideolojisi olarak doğmuş değildir. Tam aksine hemen her din ve inanç genel olarak zayıf kitlelerin içinde, fakir ve kölelerin omzunda yükselmiş ve yayılmıştır. Bütün peygamberler, haddi aşmış varlıklı ve iktidar sahipleri ile mücadele halinde olmuşlardır. Zorba biri ile bir peygamberi bir arada değil, daima karşı karşıya görürsünüz. Hz. İbrahim ile Nemrut, Hz. Musa ile Firavun gibi.

Din`e duyulan ihtiyaç insanın ta ilk çocukluk döneminde ortaya çıkar, kendini gösterir. Çocuk doğduğu çevreyi anlamak ve anlamlandırmak amacıyla sorular sorar. Bu nedir, kim yaptı bunu? Bizi ve bu dünyayı kim yarattı? Allah nerededir, neden onu göremiyorum? Her çocuk içinde yetiştiği sosyo-kültürel ortamın bu tür sorularına verdiği cevaplar doğrultusunda bir inanca sahibi olur.

Yüce bir yaratıcı ile ilgili sorular hayatın her döneminde insanın gündemini işgal etmeye devam eder. Aktivite döneminin yoğun olduğu gençlik döneminde dini duygular biraz geri planda kalsa da ilerleyen yaşlarda yeniden güçlenerek ortaya çıkar. Bu nedenle bir çok kişi ilerleyen yaşında dine ve dini değerlerine daha çok ilgi duyar.

Din`in, tarihin belli bir döneminde insan oğlunun karşılaştığı sorunlarını çözmek, anlamlandıramadığı olayları izah etmek için ortaya çıkardığını, artık bilim ve tekniğin ilerlemesiyle beraber din olgusunun ortadan kalkacağını iddia edenler de olmuştur. Karl Marx ve Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte ve Durkheim gibilere göre Tanrıya ihtiyaç kalmamıştır ve din artık ömrünü tamamlamıştır. Yaklaşık bir, bir buçuk asır önce ileri sürülen bu öngörü tutmamıştır. Bu iddianın aksine bilim ve teknik ilerledikçe insanlarda dine ve dinin sağlam değerlerine duyulan ilgi giderek artış göstermiştir. Bilim ve teknik din`in yerine geçemediği gibi, insan ve toplum için yeni ve çok ciddi sorunların doğmasına da sebep olmuştur.

Bu kainatın ve cereyan eden olayların bir yaratıcısının olması gerektiği her insanı her an ilgilendiren temel bir sorundur. Hiçbir dini inancı doğru bulmadıklarını iddia edenler bile bu düşünceden kendilerini kurtaramazlar. Hayati bir tehlike karşılarına çıkınca ateistlikleri son bulur. Bir yaratıcıya inanmadıklarını söyleyenlerin hikayelerini dinlediğinizde neden bu noktaya savrulduklarını anlarsınız. Böylelerinin durumunu şahsen ben halkımızın o meşhur ‘Pireye kızıp yorganı yakmak` deyişiyle ifade ediyorum. Yani bunlar, dindar bazı kişilerin kimi tavır ve hareketlerine tepki duyarak boşluğa savrulmuşlardır. Böyleleri biraz da bencildirler.`Tanrı olsaydı her dileğimizi kabul ederdi` saplantısı içindedirler. Sanki ruhlarındaki kibir onları Tanrı ile küskünlüğe itmiştir. Her arzularını kabul edebilecek bir tanrı arayışlarını ‘ateizm` diye adlandırırlar.

İnsanlık tarihinde ‘inançsızlık` veya bugünkü ifadesi ile ‘ateizm` din`e karşı ciddi bir rakip ve alternatif olmamıştır. Din`e karşı en tehlikeli tavır, din`in anlaşılması üzerinde ortaya çıkan bazı sapkın anlayışlardır. İnsanlık tarihi, bu gerçek din ile gerçek olmayan din arasındaki büyük mücadelelere sahne olmuştur. Değişik akımlar değişik isimlerle hak din`in karşısında durmaya ve onun yerini almaya çalışmışlardır.

Bir sonraki yazımızda din etrafında oluşan değişik yanlış anlayışları irdelemek umuduyla Allah`a emanet olun.