İmam, cami, cemaat gibi kavramlar İslam medeniyetinin temel değer ve dinamiklerindendir. Bu gibi kavramların yerine başka kelimeler bulup kullanmak veya bunları içeriklerinden arındırıp kalıptan ibaret hale getirmek tehlikeli sonuçlar doğurur. Her kavram ve kurum gibi ‘imamet` ve ‘cami veya mescid` de tarihi süreç içerisinde değişikler ve yozlaşmalara maruz kalmıştır. İslam`ın ilk yıllarında bu kavramların icra ettiği misyonun toplumsal yapı üzerinde son derece etkin olduğu bilinen bir gerçektir. Ancak daha sonraki dönemler için aynı şeyi söylemek oldukça zordur.
İslam tarihinin ilk dönemlerinde ‘mescid` ve ‘imam` toplumsal yapının omuriliği mesabesindeydi. Bir bünye için baş ve gövde ne iseler, İslam toplumu için de imam, cami ve cemaat o idi. Cami, toplumun hem maddi hem de manevi ihtiyacını karşılayan ana kaynak durumundaydı. Çünkü İslam, sadece insanın manevi ihtiyacına cevap verip maddi yönünü görmeyen mistik bazı düşüncelerden ibaret bir din değildir. Aynı zamanda İslam, maddi alan ile manevi alanı birbirinden koparan ayrışmacı laik bir anlayışı da kabul etmez.
Hz. Peygamber (as) döneminde, caminin toplusal faaliyetlerin merkezi olma özelliği dört halife döneminde de devam etmiştir. Peygamber(as)`ın yerine geçen halife veya imamlar, halktan biri olarak yönetim işini yürütüyor ve bunu bir ibadet bilinciyle yapıyorlardı. Dışarıdan gelen bir insan, Hz.Peygamber(as)`ı veya onun halifelerini diğer insanlardan fark edemiyordu. Bizansı ve Sasani imparatorluğunu tarihe gömen Emîru`l Müminin Hz Ömer(ra), sade yaşamı ve adil yönetimiyle örnek bir yönetici modeli oluşturmuştu. Hiç bir halife saray inşa etmemiş ve sarayda oturarak halktan kopmamıştır. Halife, günde beş defa halkı ile beraber Hakk`ın huzuruna durmuş ve ahiret hesabının bilinciyle hakkı, hukuku ayakta tutmaya gayret göstermiştir.
Toplumu ilgilendiren bir konu hakkında alınan karar, camide açık bir şekilde cemaate ilan ediliyordu. Özgür ve korkusuz bir muhalefet vardı. Yapılan işler, alınan kararlar, cemaat ile ve toplumun kanaat önderleriyle istişare edildikten sonra uygulamaya konuyordu. Alınan kararların ilâhi vahye uygun olup olmadığına dikkat ediliyor, konu hakkında bilgin ve yetkin insanların görüşlerine müracaat ediliyordu. İlk dört halife bu uygulamalarıyla hakiki birer imam(önder) profili ortaya koymuşlardır.
Ne yazık ki bu altın dönem uzun sürmedi. Râşit halifeler döneminin sona erip saltanat yönetiminin başlamasıyla beraber her şey peyderpey bozulmaya yüz tuttu. Müslümanlar arasında başlayan siyasi ihtilaflar kanlı savaşlara sahne oldu. Kendi siyasi düşünce ve çıkarları doğrultusunda dini yorumlayan fırkalar ortaya çıktı. Saltanatı ellerinde bulunduranlar, dinin savunucusu gerçek alim imamları yanlarına çekmek, bunu kabul etmek istemeyenlere baskı uygulayıp onları sindirmek yoluna girdiler.
Saltanat dönemlerinde camiler genel anlamda yönetimin kontrolünde ve etkisinde kalmıştır. Siyasi iradenin cami ve oradaki faaliyeti kontrol etmesi saf İslami anlayıştan ayrılarak sapmanın ve bozulmanın başlangıcını oluşturan önemli nedenlerden biridir. Siyasi gücün arzu ve talebi doğrultusunda okunan hutbelerde, hakim iktidarın icraatları iyi gösterilmiş, bununla da kalınmamış, muhaliflere hakaret ve lanetler yağdırılmıştır. Emevilerle başlayan bu yanlış uygulamalar, farklı nüanslarla diğer dönemlerde de devam etmiştir.
Bugün hâlâ fıkıh miraslarını tükettiğimiz çoğu müçtehit imamlar, Emevi ve Abbasi hanedanlık yönetimlerinin zulmüne uğramışlardır. Başta Ehl-i Beyt`in imamları olmak üzere İmam-ı Azam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbel gibi büyük müçtehitler saltanat yönetiminin gadrine uğramış gerçek din alimleridir.
Osmanlının yıkılmasından sonra kurulan Cumhuriyet`in ilk yıllarında dinî kurum ve kuruluşlar tamamen devre dışı bırakıldılar. İslam`ın temel değerlerinden bazısı değiştirildi, diğer bazısı ise temelden kaldırılıp yasaklandı. İslam`ın toplumsal alana ait uygulamaları kaldırıldı ve yerine batılı değerler kondu. Dinin en önemli şiarlarından biri olan ezan yasaklandı; yerine uyduruk Türkçe bir metin okundu. Tevhid-i tedrisat kanunu ile dini eğitim yasaklandı. Halk, gizli saklı yerlerde dinini öğrenmek, kitabını okumak zorunda bırakıldı. Yani kısacası yeni bir kıble, yeni bir kitap ve uyduruk bir din ve ibadet anlayışı ihdas edildi; toplumsal yapımız A`dan Z`ye tahrip edildi. Devlet gücü kullanılarak zorla halka dayatılan bu sistem, cebrî uygulamalarla ayakta tutulmaya çalışıldı, bu saçmalıklara karşı çıkan muhalefetin üzerine silahla gidildi ve yok edildi.
1950`lerden sonra çok sınırlı tutularak başlayan dini eğitim ve kimi bazı iyileştirmeler çok yavaş yürüdü. Nesiller din ve imandan, tarih ve medeniyetlerinden habersiz yetişti. Batılı modern değerler adına bir sürü asılsız hurafe ve yalanlar doğruymuş gibi kabul ettirildi. Ve maalesef bu ülke bunun bedelini çok pahalı ödedi ve ödemeye devam ediyor.
Sınırlı bir dini eğitime rağmen İmam Hatip Okullarına halkın gösterdiği teveccüh giderek arttı ve millet bu okullara sahip çıktı.
Sanırım şimdi şu soruları sormanın zamanı gelmiştir: İmam Hatip Okullarının programları yeterli midir? Oradan mezun olup camilerde görev alanlar gerekli donanıma ve birikime sahip midirler? Halkımızın bu konudaki görüş ve düşünceleri, talep ve arzuları nelerdir? Bu alan ile ilgili sorular daha da çoğaltılabilir. Özellikle şu hususun altını çizerek yazıyı bitireyim. Halkımız, cami görevlisi değil, dini alanda rehberlik edecek olgun ve kişilikli gerçek imamlar görmek istiyor. İlgili kurum ve kuruluşların bu konuyu acilen ele almaları ve çözüm için kolları sıvamaları gerekiyor.