Genelde bölgemizde, özelde de Suriye sahasında olup bitenler elbette insanı üzüyor.Yüzbinlerce ölü, on milyonu aşan mülteci sayısı ve harap edilen güzelim Halep ve diğer şehirlerimiz... Arşa yükselen mazlumların ah-u figânları, insanlığını yitirmemiş herkesin yüreğini dağlıyor.

Evvela şunu  bilmek lazım ki, tarih  yıkımlar ve yeniden inşalarla doludur. Toplumların tarihine hükmeden yasalar gereği bu yıkımlar gerçekleşir ve bunlara engel olmak da mümkün değildir.   ‘Sünnetullah` diye adlandırılan bu ilâhî yasalar asla  değişmez.

İnsan için mukadder olan yaşam ve ölüm, sosyal bünyeler için de geçerlidir. Son bir buçuk asır zarfında Avrupa başta olmak üzere; Rusya`da, Çin`de, Hindistan`da, gerek iç çatışmalarda gerekse dış müdahaleler sonucu milyonlarca insan hayatını yitirdi, kimi şehirler haritadan silinmişçesine tahribata uğradı. Bu memleketlerdeki eski yapıların sahadan çekilmesi ve yerine bugün gördüğümüz yapıların inşa edilmesi asırlar süren uzun bir sürecin sonucudur.

Bizde ise, eski çağdan kalan köhnemiş zihniyet ve yönetimlerin oluşturduğu ağır sorunlar o kadar birikmiş ki, toplumsal direncin bu sorunları bir çırpıda silip atması mümkün görünmüyor. Yani yaşanan süreç çok sancılı bir doğumdur. İslam dünyasında bir yanardağ gibi püsküren toplumsal direnç, ‘İran İslam Devrimi` ile ilk defa kendisini gösterdi. Aradan otuz yıl geçtikten sonra ortaya çıkan ‘Arap Baharı` da belli bir sarsıntı yaptı; ama istenen sonuca ulaşılamadı.

Geleceği, mutlak gaybı bilen sadece Allah`tır. Bu köhnemiş yapılar, kim bilir daha kaç şiddetli sarsıntıdan sonra meydanı terk edecekler. Ama can çekiştikleri, ölüm terleri döktükleri kesin. Bu çürümüş, müfsit yapıların ölümünü hiçbir beşeri güç engelleyemeyecektir.

Müslümanlar olarak ‘Sünnetullah`ı iyi kavradığımız söylenemez. Ellerimizi açıp dua ediyoruz ve kış mevsiminin ortasındayken, baharın veya yazın gerçekleşmesini diliyoruz. Dokuz ayda doğması gereken bir çocuğu daha erken doğurtmaya çalışırsanız, anneye düşük yaptırırsınız. Bunun da sonucu; ya ölü ya da özürlü bir doğum olabilir ancak. Aceleci olmamak ve ama bu doğumun muhakkak gerçekleşeceğine inanmak gerekir. İşin en önemli noktası ise; doğumun sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi ve gelecek olan çocuğun güven içinde gelişmesini tamamlayacak ortamın hazırlanmasına yoğunlaşmaktır.

Arap baharı sürecinin başına gelenler genel bir yılgınlık ve umutsuzluk doğurmuş olabilir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, bu sürecin karşı devrimle durdurulması bir başarı olarak değerlendirilemez. Çünkü Arap baharını tetikleyen sebepler ortadan kaldırılmış değil. Toplumun özgürlük ve adalet arama ihtiyacı eksilmediği gibi daha da artmış bulunuyor. Karşı devrim,  dış müdahalenin desteğiyle ayakta durabiliyor ancak. Mısır ve Suriye`de olup bitenler bunun en bariz örneğidir.  Bu dış desteğin her zaman devam edemeyeceği de bellidir. Halka dayanmayan her rejim dış destekle ayakta durmaya çalışır. Bu destek ise ilânihaye devam edemez. Dolayısıyla bölgemizdeki mevcut despot yönetimlerin hali, suni teneffüs yolu ile müdahale edilen komadaki hastanın hali gibidir. 

Evet, toplumlara hükmeden değişim yasaları ağır işler. Bu sebepledir ki, Kur`an-ı Kerim sıkça ‘sabretmek`ten bahseder;  birçok ayette Allah`ın sabredenlerle beraber olduğuna vurgu yapar.

‘Değişim` bütün varlığın boyun eğdiği ilâhî bir ‘yasa` ve ‘kader`dir. Toplumsal alandaki değişimler uzun bir zaman sürecinde ve bazı şartlara bağlı olarak gerçekleşirler. Bize düşen bu şartların olgunlaşması için çaba harcamaktır. Sonucun nasıl ve ne zaman olacağına ise ilâhî kader hükmeder. Bu anlamda ‘ men âmene bi`l- kader, emine min`el- keder` (Kadere iman eden rahat eder) denmiş.

İman esaslarından biri de, öldükten sonra tekrar dirilişe inanmaktır. Bu kapsamda Müminler olarak toplumsal alandaki yeniden dirilişe de şeksiz şüphesiz inanmamız lazımdır. Bu imanla hareket ettiğimizde işlerin peyderpey düzelmeye doğru gittiğini de göreceğiz inşallah. Şu önemli hususu da unutmamak gerekir ki, karanlığın en koyu olduğu an, şafağın yakın olduğu andır. Ve karanlıkta korunabilen umut imanın ta kendisidir.