Teşbih ve temsillerle hakikatleri anlatmak kadim bir gelenektir. Belagatin ünlü dâhisi Abdülkahir Cürcanî, "Esraru'l-Belağa" isimli eserinde, temsilin gücünü şöyle anlatır: “Temsil, manaya bir elbise giydirir. Ona nüfuz kazandırır. Kadrini yükseltir. Ateşini alevlendirir, manayı daha parlak yapar”. İşte temsille anlatımın güzel bir örneği:
“Evin hanımı, balıkçı kocasının eve getirdiği balıkları temizlerken bir balığın karnında harika bir cevher buldu. Balıkçı, cevheri alıp mücevherciler çarşısına götürdü. Bir dükkana girdi ve elindeki cevheri gösterdi. Mücevherci şaşırmıştı. Balıkçıya, “senin bu cevherinin benzeri olamaz ve kimsenin serveti de bunu satın almaya yetmez” dedi. Balıkçının satmada ısrarlı olduğunu görünce onu çarşıdaki en zengin tüccara yönlendirdi. Balıkçı bu defa oraya gitti. Bu sarraf da mücevhere çok şaşırdı ve o da: “Senin bu cevherin kıymeti, pahası biçilmez ve kimse bunu satın da alamaz” dedi. Balıkçı gene satmada ısrarlı olunca, adam ona memleketin zengin ve güçlü hükümdarına götürmesini tavsiye etti.
Balıkçı, hükümdarın konağına vardı, izin isteyip makamına çıktı. Elindeki mücevheri ona gösterdi ve bunu satmak istediğini söyledi. Hükümdar da, gözleri kamaştıran bu mücevhere çok şaştı ve: “Bu çok değerli bir mücevher; benim bütün servetim bunun pahasına denk olamaz. Ama ille de bunu satmak istersen hazineme 6 saat süreyle girer ve oradan ne kadar servet alabilirsen alırsın. Ancak süren bitince seni hemen çıkarırım” dedi. Balıkçı bunu kabul etti ve görevliler, hükümdarın hazinesinin kapısını açıp onu içeri aldılar.
Balıkçı, hazinede üç bölümün olduğunu gördü. Biri çok lezzetli yemek ve içeceklerin sergilendiği, diğeri oturulacak, dinlenilecek harika mekanların olduğu, son bölüm ise altın, gümüş ve paraların bulunduğu bölüm.
Balıkçı, “nasılsa altı saat gibi bir vaktim var. İşimi halletmeye yeter de artar bile” diye düşündü ve önce şöyle bu yemeklerden alıp karnımı doyurayım dedi. Yemekler çok çeşitli ve lezzetli olduğundan adam tıka basa karnını doldurdu. Şu oturulacak mekanlara da uğrayıp otursam, bir çay içip sonra hazinenin asıl değerli kısmına girsem dedi. Dedi ama o kadar yemişti ki şöyle bir uzanıp dinleneyim deyip bir koltuğa oturunca olanlar oldu. Fazla yemenin verdiği rehavetle derin bir uykuya daldı. Çok geçmeden yüksek bir ‘haydi kalk” sesiyle uyandı. Görevli askerler süresinin dolduğunu ve çıkması gerektiğini bildirdiler. Bizim balıkçı, ah vah edip kalmak için bahaneler ileri sürdüyse de görevliler onu dinlemedi ve kollarından tutup dışarı attılar. “Ey ahmak, altı saatte hazinenin tümünü alır götürebilirdin, ama sen nefsinin arzularına uyup onlarla oyalandın ve önündeki fırsatı kaçırdın” dediler”.
Evet bu temsili kıssa, şu fani dünyada ebedi âlemi kazanmak için sınava alınan insanın hikayesidir. O balıkçı biziz. O paha biçilmeyen mücevher bize verilmiş hayatımızdır. Altı saat, insanoğlunun ortalama ömür süresi olan 60 yılı simgeler. Hükümdarın hazinesi ise şu dünyamızdır. Oturulup gezilecek yerler gaflettir. Yemek ve içmek bölümü ise şehvet ve arzulardır. Hazinedeki altın ve gümüşler de salih amellerdir.
Ey balık avcısı, vaktini faydası olmayacak ve her iki âlemde de pişmanlık getirecek boş işlerin peşinde tüketme. Unutma ki ömür çok kısadır ve ecelin ne zaman geleceği de belli değildir. Yazımızı bu temsili hikayenin tefsir ettiği Kur’an ayetiyle noktalayalım: “Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönder ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım” der.” (Mü’minun: 99)