Aksa Tufanı hareketinden sonra gelişen olaylar öyle şeyler öğretti ki, bunların tahlil ve yorumu ciltlerle kitap tutar belki. Kimin ne menem şey olduğunu ortaya çıkaran bu mübarek mücadele ve direniş ne güzel bir öğretmen oldu, insanlığını kaybetmemiş herkese. Dünya siyasetinde çoğu defa dost ve düşmanın kim olduğunu kestirmek kolay olmuyor. Kuzu postuna girmiş kurtların hüküm sürdüğü bir alandır uluslararası ilişkiler. Bu alandaki ilişkilerde hak-hukuk, adalet, merhamet ve insani olan diye bir ölçüye rastlayamazsınız. Batı medeniyetinin insanlığa hediyesi olan ikiyüzlülük, siyasi ve ekonomik çıkarların ilahlaştırılması tek geçer akçedir. Siyasetteki bu çürüme ve kokuşmanın tarihçesi çok eskilere dayansa da genel kabul görüp yeryüzüne egemen olması, batı uygarlığının marifetiyle olmuştur.
Üstad Bediüzzaman hazretleri bu anlayışı Ankara’daki birinci mecliste gördüğünde meşhur “Eûzu billahi mine`ş-şeytani ve`s-siyaseti” demiş ve siyasetten çekildiğini ilan etmişti. Aslında üstadın tepkisi, bazılarının yanlış anladığı gibi siyasetin kendisine değil, onun kirletilip suiistimal edilmesine idi. Hain ve ikiyüzlü, şahsının ve partisinin menfaatini umumi menfaate tercih eden bir siyaset, güçlü olamayacağı gibi, memlekete bir hayrı da olamaz.
Saf, duyguları henüz kirlenmemiş temiz insanların “bu neden böyle, şu neden şöyle değil?” tarzındaki sorgulamaları, hakkın üstünlüğü davası sanki tarih olmuş. “Gururlanma padişahım senden büyük Allah var” söylemine bedel, “yaşasın padişahımız” anlayışı hüküm sürüyor.
Güçlülerin zalimane karar ve icraatlarına uluslararası camia perdesi ile meşruiyet kazandırılıyor. İşgal, katliam ve talanlara karşı durmanın adına “terörizm” namı verilmiş. Geçen asrın ilk yarısında meydana gelen her iki dünya savaşı ve süregelen bölgesel savaşlar ile en son Gazze katliamlarına seyirci kalınması “güçlünün haklı sayılması gerektiği” şeklindeki vahşi anlayışın ürünüdür.
Güçlünün haklı olduğunu resmi olarak tescilleyen kurum ise “Birleşmiş Milletler” dir. Tarihte barbarlık diye anlatılan bazı olayların aynısı ve hatta daha korkuncu bu kurumun izni ve onayı ile meşruiyet kazanıyor. Filistin’in işgali ve toprakları üzerinde siyonist bir devletin kurulması ve bitmeyen katliamlar ve barbarlıklar ile Afganistan ve Irak’ın işgal edilerek milyonlarca masum Müslümanın katledilmesi ve daha nice zulüm ve vahşetler Birleşmiş Milletler denilen kurum üzerinden gerçekleştirilmedi mi?
Batı medeniyetinin temel dinamiklerine bakıldığında bu tür zulümlerin doğal kabul edildiğini görürüz. Sömürgecilik başta olmak kaydıyla batının işlediği enva-i türlü zulümler bu gayr-ı insani olan şeyleri doğal görmenin sonucu değil mi? “İnsan insanın kurdudur”, “Büyük balık küçük balığı yutar.” gibi batı düşüncesinin ruhunu yansıtan ifadeler, insanlığı ve dünyamızı bu içinden çıkılmaz vaziyete getirdi.
Bu vahşiyane anlayış ve tavır, sadece uluslararası siyaset arenasında değil, toplumsal hayatta da yerini aldı. İnsanı ve hayatı, onu yaratan Allah’tan soyutlayan laik yaşam anlayışı her alanda hükmünü icra eder hale getirildi. Kısacası at iziyle it izi birbirine karıştı.
Şair’in dediği gibi:
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil mert belli değil
Herkes yarasına derman arıyor
Deva belli değil dert belli değil.
İmdi hayatı ve insanı bu denli kirletmiş olan bu medeniyetin sahiplerinden merhamet ve yardım beklemek zillet değil de nedir! Yani bizler, ABD ve diğer güçlü devletlerden bir çözüm beklersek daha çok bekleyeceğiz demektir. ‘Müslümanlar hazineler üzerinde yatmış miskinler gibidirler` diyen şahıs her kim ise, çok doğru bir tespitte bulunmuş. Sahip olduğumuz değerler, ölülere bile fayda verebilecek kadar güçlü iken, biz onlardan mahrumiyetin acı zilletini yaşıyoruz. Sanki yaşayan ölüleriz.
Birlik, beraberlik, kardeşlik ve adalet medeniyeti olan İslam’ı yere gömdük ve üstüne yattık. Uzandığımız yerin altında yatan ölülerden himmet isteyenlerimiz bile var. Ölüler dile gelseydi kim bilir bize ne diyeceklerdi. Dahası miskince uzandığımız yerde rahat da durmuyor, yekdiğerimizin boynunu sıkıyor, ayağını ısırıyor, saçını yoluyor ve bu şekilde dünyaya maskara da oluyoruz. Gazze için âlem üzülüyor, ağlıyor ve hatta kendi bedenini yakanlar olurken biz hâlâ birbirimizle uğraşıp durmadayız.
Küfrün her zaman tek millet olduğu gerçeği ortada olmasına rağmen hâlâ ABD`yi farklı görüp ondan medet isteyenler yok mu; işte bu haleti ruhiye içimizde yaşadığı sürece bu zilletten asla kurtulamayız. Gazze’ye, Refah sınır kapısından Müslüman halkın gönderdiği yardımların içeriye girmesine izin ve onay vermeyen ABD iblisi, bir kaç paket yardımı havadan atarak yardımseverlik gösterisi yapmaktadır. Bence atılan o yardım paketlerinin ümmete verdiği zillet, yağdırılan bombaların verdiğinden daha ağır bir zillet... Boğazlanan, aç bırakılan kardeşlerine bir lokma ekmek bile yetiştirmekten aciz bir ümmet… Müslümanların bu zilleti bana hep o ölümsüz şehidimiz Seyyid Kutub’un sözünü hatırlatır. ‘Batılılardan nefret ediyorum, Amerika’dan nefret ediyorum; ama daha çok Amerika’nın vicdanına sığınan Müslümanlardan nefret ediyorum.”