İnsan yapısında iki farklı unsur bulunur: İnsaniyet ve hayvaniyet. Kendisine verilen insani cevherleri atıl bırakan insanda hayvaniyet galebe çalar ve o insan vahşi canavarlardan da daha acımasız ve hissiz duruma düşer. İnsani cevherini tanıyıp geliştiren kişinin ise insaniyet tarafı hayvaniyet tarafına galip gelir ve bazen o insan meleklerden de daha üstün bir dereceye çıkabilir. Buna göre insan kendisini okumalı, tanımalı ki insaniyetini kemale doğru ilerletsin ve dünyada da ahirette de saadete erişsin.

   Üç buçuk ayını dolduran Gazze mezalimine seyirci kalan dünya ve özellikle İslam aleminin hal-i pürmelalini şu “Öğrenilmiş Çaresizlik Sendromu” zaviyesinden bir nebze bakıp izah etmeye çalışalım: “Öğrenilmiş Çaresizlik” çevre tarafından bireylere neleri yapamayacakları o kadar güçlü bir biçimde aktarılır ki, bireyler içindeki başarma güçlerine, önlerindeki fırsatlara ve karşılaştıkları koşullara bakmaksızın, hiçbir denemede bulunmadan peşinen kaybetmeyi kabullenirler. Öğrenilmiş çaresizlik, bir kişinin istenmeyen bir durumla karşılaştığında, kendisinin ya da başkalarının davranışlarının sonucunun değiştirilemeyeceğine dair inancıdır. Örneğin, bir öğrenci sınavda kötü bir not aldığında ve bunun nedeni olarak kendisini yetersiz gördüğünde, öğrenilmiş çaresizlik hissi yaşayabilir.

   Hayvanlar dünyasında birkaç tür üzerinde yapılan deneylerden filler üzerindeki deneye bakalım: Hindistan’da bir fil bakıcısı küçük yavru fili basit bir iple bağlar. Küçük fil ipten kurtulmak için birkaç gün çaba harcar ama tüm uğraşlarına rağmen ipi koparmaya gücü yetmez. Bir iki hafta sonra bu işi başaramadığını gören fil yavrusu artık kaderine razı olur. Aradan aylar yıllar geçer, fil hâlâ o basit ve zayıf iple bağlanmaktadır. Büyüyen ve güçlenen fil ufak bir hamle ile kendisini bağlayan ipten kurtulabileceği halde ortada değişen bir şey yoktur. Neden? Çünkü fil artık bu işi başaramayacağına inanmıştır.

Şimdi Gazze olayına İslam dünyasının tepkisi bu fil olayındakisiyle aynıdır. Bundan yaklaşık yüzyıl önce Müslümanların birlikleri dağıtıldı. Osmanlı tarihe karıştı. Oluşan boşluktan yararlanan siyonistler bölgeye yerleştiler ve İngilizlerin desteğiyle en son 1948’de bölgede bir devlet kurmaya muvaffak oldular. İsrail karşısında aldıkları peş peşe üç yenilginin ardından Araplarda, israil ile baş edemeyecekleri fikri artık bir inanç haline geldi. Hatırlayalım ki 1948, 1967 ve 1973 tarihlerinde meydana gelen Arap-israil savaşlarında Araplar yenilmişti. İşte bu yenilgilerin akabinde israil ordusunun yenilmez olduğuna(Ceyşun la yuqhar) inanıldı.

Şimdi bu tarihi olayın üstünden yaklaşık bir asra yakın biz zaman geçti. Hem dünya hem de bölge her açıdan değişti. Dün fakir ve zayıf olan Müslüman ülkeler bugün zenginler. Dünyadaki petrol ve gaz üretiminin %60’ına yakını ellerinde duruyor. Diğer açılardan da bakınca eskiye göre çok iyi durumdalar. Hasılı şartlar dünküne göre değişmiş olmasına rağmen Filistin hâlâ işgal altında ve Filistinliler katliama maruz kalmaya devam ediyorlar. Neden? Çünkü Müslümanlar ve özellikle komşu Arap ülkeleri israil’in yenilmezliğine olan inançlarını değiştiremediler. “Arkasında ABD ve Avrupa’nın durduğu bir ülkeyi kim karşısına alabilir ve kim onu yenebilir” söylemleri her kesim ve her yerde hükümran oldu.  

Tekrarlanan olumsuz deneyimler, özsaygı ve özgüven eksikliği, yetersiz bilgi ve en önemlisi Allah’a olan iman zaafı bu öğrenilmiş çaresizliğin başta gelen sebepleridir. 

   İşte Aksa Tufanı bu sebeplerin hepsini çöpe attı. Evet, Aksa Tufanı bir dönemin sonudur. Tarihin kırılma noktasıdır. Çünkü şu yüz on günden beri israil ordusu ve istihbaratının ne olup olmadığı ayan beyan ortaya çıktı. Takke düştü, kel göründü. Her şey ortada gerçek mahiyetiyle görünmeye başladı. Ne var ki şu öğrenilmiş çaresizlik sendromunun etkisiyle hâlâ koca koca fillerin bağlı durmayı tercih ettiklerini ve o kendilerini bağlayan basit ipten kurtulmaya cesaret edemediklerini hayret ve esefle müşahede ediyoruz.