Şu hayat serüvenimizde kimliğimizi tanımlayan en doğru ifade “sen bir yolcusun” dur. İnsanın “yolcu” olduğu gerçeğini kimse inkâr edemediği gibi bunu değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez. Alıp verilen her nefes insanı bu hayattan uzaklaştırır, asıl vatanı olan uhrevi dünyaya yaklaştırır. Her saniyenin bizi mezara taraf götürdüğü şüphe götürmez bir gerçek olmakla beraber, nefsimiz daima geride bırakacağı dünya ile haşir neşir olur, ona sahip olmak için can atıp durur.

   İnsanın kendisini terk eden bir şeye bağlanmak için koşuşturması gerçekten şaşırtıcı bir olaydır. Hz. Pîr, (ra) insanların gönül bağladığı dünyayı kurda benzetir ve şöyle der: "Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz. Şaşılacak şey koyunun kurda gönül vermesidir." İşte ilâhi vahyin temel hedeflerinden biri, insana dünyadaki konumunu, duruşunu doğru bir şekilde tarif etmek ve ona aykırı düşen tavır ve işler konusunda uyarılarda bulunmaktır.

    Eskiler “hayat üç günden ibarettir” demişler: Dün, bugün ve yarın. Bu söz, hayatın hem çok kısa olduğunu, çabuk geçip gittiğini, hem de geçmiş, gelecek ve yaşanan zamana bakış açısının nasıl olması gerektiğini hatırlatan önemli bir öğretidir. Bu çok önem arz eden konuyu biraz irdelemeye çalışalım.

   Hayatın çok kısa bir süreç olduğu kesin olmakla beraber insanlar bu hakikati ya unuturlar veya görmezlikten gelirler. Buna gaflet diyoruz. Gaflet; işin hakikatinin neden ibaret olduğunu fark etmeden yaşamaktır. Gaflet bir tür sarhoşluk veya uyku halidir. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar”  hadisi bu hakikati anlatır. İnsanoğlu ancak hayatın sonlarına yaklaştığında sahip olduklarının değerini idrak edebiliyor. Ama bu geç kalan idrak ediş bir fayda sağlamıyor. İhtiyarlıkta insan elden ayaktan kesiliyor, iş işten geçmiş oluyor. “Gençlik bilse, ihtiyarlık yapabilse” değişi bu hakikati güzel bir şekilde dile getiren veciz ifadelerden biridir.

   Kafasını ihtiyarlığın sert duvarına çarpan insan tarifi mümkün olmayan bir hüzün ve pişmanlık yaşar. Elinden çok çabuk kayıp giden geçmişine, gençliğine ahu vahlar eder. “Keşke gençlik geri gelseydi de ihtiyarlığın başıma neler getirdiğini ona şikayet etseydim” diyen şair gibi sızlar durur.

   Geçmiş olan anı geri getiremediğimiz gibi ona takılıp kalmanın da fayda değil, zarar verdiğini anlamak gerekir. Yani “dün”e duyulan üzüntü bir şeyi çözemez, bilakis var olan acıyı, üzüntüyü daha da arttırır. “Acı birdir, sızladın mı iki olur” denmiştir. Geçmişte yaşananlar için ağlayıp sızlamak yerine hatalardan ders çıkarmak ve tövbe niyetli bir pişmanlık duymak doğru olandır.

   Peki ya yarın için ne yapmalı, nasıl bir tavır takınmalıyız?

Bugünü, düne hayıflanarak geçirme yanlışıyla beraber işlenen diğer yaygın bir yanlış da işleri hep yarına ertelemek veya yarının muhtemel olaylarına şimdiden üzüntü duymak ve endişelenmektir. O meşhur halk değişiyle “dereyi görmeden paçaları sıvamak” ruh haliyle yaşamaktır.

   İnsan bir eliyle yarına, diğer eliyle düne yapışır. Bugünü ise eline yüzüne bulaştırıp zarara düşer. Yarının telaşını da, dünün pişmanlığını da bugüne taşıyarak yükünü ağırlaştırıp enerjisini tüketir. Bu şekilde eldeki hazır fırsatı da kaçırır. Yarın için duyulan telaş ve endişe, yarının muhtemel acısını gidermez, sadece bugünün sunduğu fırsatı heder eder. Yumruk kadar kalbe dünya kadar duygu, endişe ve korkuyu sığdıran varlıktır insan.

   O halde bugüne odaklanmak tek doğru seçeneğimizdir. Eskiler “sofi vaktin oğludur” diyerek bunun önemine vurgu yapmışlardır. Yolcu, yol hazırlığı, yol azığı dışındaki gündemlerle zamanını tüketmemelidir. Hz. Pir’in dediği gibi: “Yolcu yol üzerinde ev yapmaz, göç eden evde bir şey bırakmaz”

   Yazımızı konu hakkındaki hadisle noktalayalım:

"İki nimet vardır ki insanların çoğu bunlarda aldanmıştır: Sağlık ve zaman" (Buharî, Rikak 1, Tirmizî, Zühd 1)