Eski krallar, zenginler şu an bizim elimizde bulunan, sahip olduğumuz imkanları, alet edevatı görselerdi ne kadar şaşıracaklar ve belki onlara sahip olmak için neleri göze alabileceklerdi.

Mısır firavunlarının çölde haftalarca ve meşakkatle yürüyebildikleri mesafeleri biz çok rahat arabalarımızla bir iki saatte kat edebiliyoruz. İran Kisraları serinlemek için kölelerinin onları yelpazelemesine muhtaçtılar. Biz oturduğumuz yerden düğmeye basarak odamızı istediğimiz derecede serinletebiliyor veya ısıtabiliyoruz. Hac vecibesini eda etmek isteyen dedelerimiz hayvan sırtında aylarca yol yürürlerdi. Eski zamanlardaki yol, binek ve yol araçlarının bugünküler yanında sözü bile edilmez. Atalarımız yolculuk işinin zorluğunu “sefer meşakkattir” ifadesiyle dile getirmişler. Biz ise bugün iki üç ayda yürünen yolları iki saatte alıyor ve beş yıldızlı otellerde konaklayarak haccediyoruz.

   Ya o eski insanlar, bugün elimizde olan şu telefonları, bilgisayarları görselerdi ne yapar ne derlerdi. Farzı muhal biri dirilip şu anki insanların ve dünyanın halini ahvalini görecek olsa buranın başka bir âlem, bu insanların da farklı bir tür olduğuna hükmederdi herhalde. Yani bizler o eski ihtişamlı kralların hayal bile edemedikleri çok daha kolay ve daha rahat bir hayat yaşıyoruz. Yaygın tabirle bir elimiz yağda bir elimiz balda.

   İnsanlık tarihinin bugünü ile eski zamanlarını karşılaştırdığımızda şaşırtıcı tablolar göreceğiz elbette. Kur’an eski toplumların hallerinden bize kısa kısa parçalar aktarır. Amaç, ders ve ibret alınmasını sağlamaktır. Ne yazık ki bizler yeni nesillerimize geçmişin ibret alınması gereken tablolarını anlatamıyoruz. Çocuklarımızın geçmişten haberleri yok. Okulda okutulan tarih dersleri de bazı siyasi, askeri olayları kronolojik bir şekilde aktarmanın ötesinde bir iş görmüyor. Geçmişten ders çıkaramayan nesiller, bugünlerini nasıl inşa edecekler acaba?

   Aslında çok eskilere dahi gitmeye gerek yok. Bundan yetmiş seksen yıl öncesine bir göz atarsak ibret alınması gereken ne kadar olayların yaşandığını görebiliriz. Bugün ellisini aşan şahısların çoğu anne babalarından, dede ve ninelerinden savaş yıllarının açlık ve fakirliğiyle ilgili çok şeyler duymuşlardır. Aramızda az da olsa o günleri yaşayanlarımız hâlâ var. Keşke o birinci ve ikinci cihan harbi yıllarında millet ve ülke olarak yaşadıklarımızı gençlerimize anlatabilseydik, yeterdi.

     Yaşlılarımızdan biri şöyle diyor: “Çok israf ediliyor evladım. Ekmeğin, suyun ve diğer nimetlerin değeri bilinmiyor. Her gün milyonlarca ekmek çöpe atılıyor. Çöpler karıştırılınca sanki hiç giyilmemiş giysiler, ayakkabılar, çok az kullanılmış eşyalar çıkabiliyor”. Aç gözlülüğü ve bencilliği bırakmak gerek. Nimetlerin şükrünü eda edemediğimizde bu nimetlerin elden kayıp gideceğini bilmek gerek.

    Bizim şu hayatımızın dışında da bir dünya var, farkında olamadığımız. Başkaları açlıktan ölürken, biz arabalarımızın markasını daha lüks yapma derdindeyiz. Dünyanın fakir ülkelerinde bebekler açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan ölürken, diğer yandan moda dergilerindeki son tasarımların peşinde koşanlar.. Fakirlikte boğulan insanların hıçkırığını duymayan zenginler. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ekonomik sistemler..

   Bugünün insanlarının hayata bakışı ile o eski insanların hayata bakışı neredeyse taban tabana zıttır. Neden? Bugünkü bir genç, yediği yemek veya ekmeğin artan kısmını hatta çoğunu umursamadan çöpe atabilirken, babaannesi yediği yemeğin tabağını ekmekle sıyırıyor, sofradaki ekmek kırıntılarını tek tek topluyorsa, kuşaklar arasında böylesine büyük farklılık nasıl oluştu, kimler bize ne yaptı diye sormamız gerek. Savaş yıllarında (1940’lar) bir teneke buğday altın değerindeymiş, hatta altından da değerli. Çünkü altın var, buğday yokmuş.

   Üsküdar’da bir gün mahalle arasında yürürken gözüm bir sokak ismine ilişmişti: “Nan-ı Aziz Sokağı” Çok etkilendim. Eskilerin “aziz ekmek” demeleri her şeyi anlatmaya yetiyor zaten. Bizler ise onların aziz dedikleri ekmeği hiç tereddüt etmeden çöpe atabiliyoruz. 

   Komşular arasında yardımlaşma vardı. İmece işleri yaygındı. Komşuya yardım vazife olarak bilinirdi. Komşunun noksanı kendi noksanı gibi hissedilirdi. Zaten bu şekilde olmasaydı o zamanlar her şey çok daha zor olurdu.

   O zamanlar büyüğe küçüğe karşı saygı ve sevgi çok önemliydi. Şimdi akrabalık bağları zayıfladı.

 Televizyon, cep telefonu, internet yokken insanlar akşam olduğunda bir evde toplanır birbiriyle sohbet eder, yaşlı insanlar bilgi verirdi. Televizyon ortaya çıktıktan sonra insanlar zamanlarını televizyon karşısında geçirmeye başladı. Ve artık her kesin elinde cep telefonu var. Aynı evdekiler bile birbirlerinin yüzüne bakıp iki laf edemiyorlar.

Hasılı şairin dediği gibi:

Bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu

Ne olduysa hep bize azar, azar oldu.

Geçmişi iyi bilmek, ondan ders ve ibret almak lazım. Zira geçmişini bilmeyen geleceğini de kuramaz.