Hakikatleri anlatmak için Hz. Pir’in (ra) Mesnevisinde kullandığı teşbihler ve kıssalar gerçekten yerli yerinde ve çok etkileyicidir. Keşke bizler de bugün İslam’ı anlatırken onun kullandığı bu dile benzer bir dil kullanabilsek. Kullandığımız dil ne yazık ki, insanların dikkatini çekmiyor. Dikkat çekmek şöyle dursun, bazen nefret edip kaçmalarına da sebep oluyoruz. Örnek babından bugün Mesnevi’den iki parçayı sizlerle paylaşmak istedim:
Secde et ve yaklaş
“Bir dere kıyısında yüksek bir duvar vardı; duvarın üstüne de bir dertli susamış çıkmıştı. Suya ulaşmasına o duvar engel oluyordu. Susuz adam su için balık gibi kıvranıp duruyordu. Ansızın suya, bir kerpiç parçası attı; suyun sesi bir söz gibi geldi kulağına. Hem de tatlı mı tatlı bir sevgilinin sesi gibi… Suyun o sesi şarap gibi sarhoş etti adamı. O mihnetlere uğramış adam, suyun tertemiz sesini duymak için oradan, suya kerpiç atmıştı. Sudan da ses geliyordu: A adam diyordu su; bana kerpiç atmaktan, beni taşlamaktan ne fayda var sana? Susuz adam dedi ki: A su, iki faydam var; bu taş atmaktan hiç el çekmeyeceğim. Birinci fayda, suyun sesini duymam; o ses susuzlara rebap sesidir sanki. Suyun sesi İsrafil’in sesine döndü; ölü, bu sesten hayat elde etti, diriye döndü. Yahut ilkbahar günlerindeki gök gürültüsüne benziyor…Bağ-bahçe o ses yüzünden bunca güzellik elde eder. Yahut zekat verilişi zamanında yoksula çağırma sesi sanki. Yahut da mahpusa kurtuluşu müjdeleyen ses. Rahman’ın Yemen’den Muhammed’e erişen ağızsız soluğuna benziyor. Yahut şeriat sahibi Ahmed’in asiye şefaat çağında erişen soluğa benziyor. Yahut da güzel Yusuf’un, zayıf Yakub’un canına vuran kokusu gibi.
Öbür faydası da şu: Her kerpici koparıp attıkça arı-duru suya biraz daha yaklaşıyorum. Kerpici her koparışımda yüksek duvar, kerpicin azalması yüzünden biraz daha alçalıyor. Duvarın alçalması bir yakınlık; onun ortadan kalkması ise kavuşmak, buluşmak olacaktır.
İşte secde etmek de ‘Secde et de yaklaş’ ayetinde olduğu gibi duvardan kerpiç koparmaya benzer, yaklaşmaya sebep olur. Suyun sesine daha fazla aşık olan, duvardan daha büyük taş koparır, atar…
Atlara özenen eşek
Eşeğiyle su dağıtan fakir bir sucu vardı. Adam fakir olduğu için hayvanını doyuramıyor, bakımını aksatıyordu. Demir şiş ve ağır yüklerle sırtı yara bere içindeki biçare eşek, değil arpa, kuru samana bile hasret kalmıştı. Saray ahırının seyisi bizim fakir sucuyu tanıyordu. Bir gün ona eşeğinin neden böyle zayıf ve dermansız göründüğünü sordu. Sucu da:
- Sebep benim fakirliğimdir, zavallı arpasız, yemsiz ve bakımsız kaldı, dedi. Seyis bir iyilik yapmak istedi:
- O halde sen onu birkaç günlüğüne bana bırak. Zavallı, padişah ahırında birazcık felekten kâm alsın.
Biçare eşek böylece saray ahırına alınınca orada keyfinden yerinde duramayan bir dizi güzel atlar gördü. Atların önüne en güzel yiyecekler konuyor, altları süpürülüyor, tüyleri taranıyordu. Hasılı fakir evine göre saray neyse eşeğin gözüne de burası öyle göründü. Kendi halini atların durumuyla karşılaştıran merkebin yüreği kabardı ve başını kaldırıp acı acı siteme başladı:
- Ya Rabbi, her ne kadar hakir bir eşek isem de ben de senin kulunum. Geceleri sırtımın acısından ve karnımın açlığından öyle hallere düşerim ki içimden ölsem de kurtulsam diye geçer. Bunlar bu kadar nimet içinde iken benim hayatım böyle acı ve ıztırab içinde geçsin, bu reva mı?...
Bu niyazın üzerinden çok geçmemişti ki komşu ülkeyle savaş çıktığı haberi geldi ve atlar eğerlenip savaşa gönderildiler. Çok geçmeden giden atların çoğu yara bere içinde geri döndü. Kimisi ok, kimisi ise mızrakla yaralanmış, kırılan parçalar içeride kalmıştı. Bakıcılar aletlerini hazırlayıp atları sıkıca bağladılar ve ellerindeki bıçaklarla hayvanların yaralarını deşmeye ve içerdeki parçaları çıkarmaya başladılar. Hasılı ortalık kan gölüne dönmüş, o nazenin atlar pek zavallı bir duruma düşmüştü. Bütün bu olan biteni ibretle seyreden eşek tekrar başını kaldırıp şöyle niyaz etti:
- Ya Rabbi, sen önceki sözlerimi bağışla. Ben bu fakirliğime razıyım. Sonucu böyle olacak nimet geri kalsın, istemem, dedi.