Biz Müslümanlara musallat olmuş şeytanın iki ayağı var. Bu ayakların ilki ırkçılık, diğeri de mezhepçilik ve hizipçiliktir. Irkçılık kişinin ait olduğu kavmi, soyu, üstün görmesi olayıdır. Psikolojik açıdan bakılınca bu olayın tamamen ruhsal bir hastalık olduğu anlaşılır. Ruhen gelişmemiş kişilerin öz güven duygusu zayıftır. Bu tür kişiler ayakta kalmanın çaresini, kendilerini bir yere ait kılmakta veya başkalarına düşman olmakta görürler. Böyleleri düşmansız yaşayamazlar. Düşmanlarını ortadan kaldırıp bitirince de başka bir düşman arar bulurlar. Bununla da yetinmezler, kendilerini ve gruplarını kutsallaştırırlar. Ait oldukları ırk ve gurubu en iyi, yegane haklı kabul eder ve bu yol ile aldatıcı bir rahatlamaya kavuşmayı umarlar.
Irkçılığın diğer bir sebebi de yenilgi ve başarısızlıktır. Başarısız kalmış toplumlar bunun doğurduğu ağırlıktan kurtulmak için geçmiş tarihleri ile övünüp durma yoluna girerler. Tarihteki bütün başarıların kendi soylarına ait olduğunu iddia etmeye başlarlar. Bunun ile de yetinmez tarihteki bütün başarılı şahsiyetlerin kendi soylarından geldiklerini ileri sürerler. Bu durum bir tür kutsamadır. Şanlı tarih kutsayıcılığı. Kur’an-ı Kerim bu tarih kutsama yoluna saparak hakkı kabul etmeyen düşünceyi birçok ayette yermiştir. "Onlara ‘Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygambere gelin’ denildiğinde onlar, ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter’ derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulmamış olsalar da mı?" (Maide:104)
Irkçılığın tabiatında kendini üstün görmek, kibirlilik vardır. Bunun tarihteki en belirgin örneği Mısır’daki firavunluk sistemidir. Firavun, Mısır’daki İsrail oğullarına köle muamelesi yapmış, onları Mısırlı biri ile eşit görmemiştir.
‘Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.’ (Kasas: 28/4)
Tarihin eski dönemlerinde rastlanan bu illet, yeni Avrupa medeniyeti sayesinde bütün dünyaya yayıldı. Nasyonalizm ve ulus devlet fikri Avrupa’da doğdu ve oradan dünyaya yayıldı. Batı uygarlığı ırkçıdır, kendini en üstün ve ileride görür. Kendisine boyun eğmeyen herkes ona düşmandır ve yok edilmesi gerekir.
1990'ların başında İskoçya'daki NATO toplantısında ‘Şimdi NATO'yu fesih mi edeceğiz?’ sorusuna cevap veren Margaret Teacher ‘Düşman’ı şöyle tanımlamıştır: ‘Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Bizim yaşayabilmemiz için mutlaka bir düşmanımızın olması lazımdır. Sovyetler Birliği dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman koymamız gerekiyor. Bu yeni düşman İslam olacaktır.’ cevabını vermiştir.
Tarihin en acımasız siyah-beyaz ayrımı Amerika’da olmuştur. 1967’ye kadar bir siyah ile beyazın evlenmesi yasaktı. Beyazların gittiği kiliseye bir siyah gidemiyordu.
Osmanlının bakiyesi topraklar üzerinde oluşan onlarca devletten biri de Türkiye Cumhuriyeti oldu. Görünürde Osmanlı devletinin mirasçısıydı yeni cumhuriyet. Ne var ki cumhuriyet, kurulduktan kısa bir süre sonra toplumu ve toplumsal yapıyı radikal bir şekilde değiştirmenin aracı oldu. Türklük, milliyetçilik, muasır medeniyet, Avrupailik ve en son laiklik adına yapılan değişimlerin tarihte bir başka örneğine rastlamak mümkün değildir. Devletin tekçi ve otoriter tavrı, Anadolu topraklarında yaşayan değişik inanç ve ırklara ölüm fermanları yağdırdı. Yeni yapının muhalifleri hain, yobaz, İngiliz ve Yunan işbirlikçisi diye yaftalanarak üzerlerine gidildi. Özellikle alevi ve Kürt kimliği eritilmeye ve asimile edilmeye çalışıldı. Yapılan bu tahribatın açtığı yaralar, aradan geçen yüz yıla yakın bir zamandır hâlâ kapanmadı.
Cumhuriyet, ırk temeline dayalı yeni bir ulus oluşturmak için inanılmaz işlere girişti. Oluşturulacak bu ulusun her şeyi bir olacaktı. Irk, mezhep, din ve dil. Bu tekleştirme siyasetine muhalefet edenlere çok sert müdahalelerle karşılık verildi ve susturuldular. Dersim üzerine gidildi. Binlerce sivil ve masum insan katledildi. Şeyh Said olayı bahanesiyle Kürdistan’da çok büyük bir kıyım gerçekleştirildi. Kurulan İstiklal Mahkemelerinde insanlar sorgusuz sualsiz idama mahkum edildiler ve asıldılar. Şark İstiklal Mahkemesi üyesi Süreyya Özevren’in hatıratında şöyle bir olay aktarılır: ‘Şeyh Said olayında mahkemeye 20-25 yaşlarında bir genç getirildi. Bu genç hiç Türkçe bilmiyordu. Sorgulamaya bile gerek duyulmadan ‘Türkçe bilmeyen bir adamdan memlekete hayır gelmez’ denilerek idamına hükmedildi’. Mahmut Esat Bozkurt’un; ‘Türk olmayanların bu ülkede sadece köle olma hakları vardır’ şeklindeki sözü, o dönemde nelerin olup bittiği ve cumhuriyet elitinin kafasındaki ufkun ne kadar dar ve vahim olduğu hakkında yeterli ip uçlarını vermektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını önlemek, Müslüman ümmetin parçalanmasına engel olmak isteyen dini ve siyasi faaliyetler, İslamcılık olarak tarihe geçti. İslamcıların en güçlü iki kalemi Bediüzzaman Said Nursi ve Mehmed Akif idi. Bu her iki şahsiyetin hayatları ve çabalarının hepsi İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesiydi diyebiliriz. Akif’in Safahat’ında yer alan şiirlerinin hemen hepsi ümmetin bu derdi ve ızdırabıdır.
Aradan geçen onca zamana rağmen bu habis illet ve virüs hâlâ kaybolmadı, kaybolmayacaktır da. Bu habis virüsü ortadan kaldıracak tek bir aşı vardır, o da İslam kardeşliğidir. Ne var ki ırkçı ideoloji bu iyileştirici aşıyı da yasaklamış ve yasadışı ilan etmiştir.