Savaş istenmeyen bir şeydir. Bozulmamış saf ve temiz bir fıtrat, kavgadan ve savaştan hoşlanmaz. Ancak insanlık tarihi boyunca savaş hep var ola gelmiştir. Gelecekte de bu durumun değişeceğini söylemek mümkün değildir. Yani yeryüzünde savaşsız bir dünya ve toplum oluşturmak mümkün değildir. Kimi filozofların böyle bir tasavvurları (el-Medinetü’l fazıla) olmuşsa da bu hiçbir zaman gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecektir de. İnsanın şerre de hayra da meyilli olan irade ve gücünü şer yönünde kullanması savaşı, fitne ve fesadı netice verir.

   İslam ve Kur’an, insanlar arasındaki sorunların barış yolu ile çözülmesini tavsiye eder ama savaşın beşeri bir vakıa olması dolayısıyla Müslümanların buna hazırlıklı olması gerektiğini belirtir. Güç ve kuvvetin aklın ve vicdanın elinden hırs ve heveslerin kontrolüne girmesi saldırganlığı doğurur. Saldırganlığı, zorbalığı önlemek insani bir erdem ve vazifedir. Hiç bir gerekçe zalime seyirci kalınmasını meşru kılamaz. Zulme rıza da zulümdür. “Sağ yanağına vurana sol yanağını da çevir” diye Hz. İsa(as)a izafe edilen söz, ya yanlış anlaşılmış, ya da yanlış yerde kullanılmıştır. Kaldı ki bu sözü nakledenler tarihin en kanlı savaşlarını gerçekleştirmişlerdir.

   İslam, gücü elinde bulunduran zorbayı caydırmak ve önlemek için meşru müdafaayı helal kılmıştır. Hani dengesiz bir insanın elindeki silahı almak ne ise, İslam’ın meşru gördüğü savaş da odur. Bu nedenle İslami amaç ve yöntemlerle yapılan savaşa “Cihad fi sebilillah” denmiştir. Cihad; saldırmak, güçlü olup tahakküm etmek, işgal ve talan etmek değil, yeryüzünde kötü insanların kötülüklerini ve tahakkümlerini önlemek, hakkı, adaleti hakim kılmak ve zulmü sonlandırmaya çalışmaktır. Bu, bazen ilim, irşad ile yapıldığı gibi bazı konum ve durumlarda güç kullanmak şeklinde olur. Durum ve konum nasıl gerektiriyorsa öyle. Hani doktor hastasının durumuna göre ilaç verir, perhiz önerir veya hemen ameliyata alır. Hatta gerektiği zaman hastanın hayatını kurtarmak için hastalıklı uzvu keser atar. Meşru kılınmış savaş, cihad sürecinin en son aşamasıdır. Yani saldırganı öldürmek en son başvurulacak çaredir. Zira İslam’ın amacı insanlığı öldürüp yok etmek değil, onlara doğru yolu göstermektir.    

    İslam’ın savaşı meşru gören gerekçelerinin temizliği ile beraber onun koyduğu savaş kuralları ve savaş ahlâkı da bir o kadar nezih ve temizdir. Tek kelimeyle harikadır.

 Asr-ı saadet döneminde yapılan savaşlar savaş ahlâkını öğretmeleri açısından önem arz ederler. Tarihin sayfalarına altın harflerle yazılacak tablolar yaşanmıştır. Tarihi süreçte Müslümanlar kendilerinden olmayanlara karşı genel anlamda saldırgan ve tecavüzkar olmamışlardır. Saldırıya maruz kalan taraf hep Müslümanlar olmuştur. Bugün de aynı durum değişmiş değildir.

   Müslümanların tarihi düşmanları olan batılı güçler hep savaş, yıkım ve yok etme planları yapmışlardır. Bunu gerçekleştirebilmek için de güçlü olmaları gerektiğini anlamışlar, dünyayı sömürme planlarını ortaya koymuşlardır. Dünya tarihinin en acımasız ve tahrip edici savaşlarını batılılar yapmışlardır. Bugün de dünyanın en korkunç silahları bunların elinde ve tekelindedir. Müslüman bir ülkenin bu silahlara sahip olmaması için ellerinden gelen her çareye de başvurmaktan geri durmadıklarını görüyoruz. Bugün yeryüzünde olup biten bütün savaşlar batılı ülkelerin planları doğrultusunda gerçekleşmektedir dersek mübalağa yapmış olmayız.

  Hak ve adaletin egemen olması, zalimin tecavüzünün engellenmesi dışındaki savaşlar batıldır ve haramdır, Dünyanın serveti için insanın kanını akıtmak zalimlik ve hunharlıktır.

Ünlü İslam bilgesi Sad-i Şirazi şöyle der: ''Bütün dünya mülkü bir damla kanın yere dökülmesine değmez''