Bu aleme gözlerini açan her canlı, kendisini koruyacak, ihtiyaçlarını giderecek bir kaynak arar, tutunacak bir dal bulmak için çaba harcar. İhtiyaç ve arzuları yaşadığı âlemin sınırlarını aşan insan ise, görünenden daha ötesini, en mükemmel olanı ister. İşte insanın fıtratındaki bu duygu, onu inanmaya sevk eder. Göz için görmek, kulak için duymak, dil için tatmak ne ise, kalp için de inanmak odur. Hastalıkla bozulan bir göz veya kulak; görme ve duyma işlevini yitirdiği gibi, isyan ve günahlarla bozulan bir kalbe de iman yerleşmez.

Hayvan, maddi ihtiyaçları karşılanınca rahatlar. Fazlasını aramaz ve bir sorun yaşamaz. Ancak insan böyle değildir. Sadece maddi ihtiyaçlarının karşılanması onu tatmin etmez. O, bu sınırlı dünyadan çok daha fazlasını, daha ötesini ister. İnsanın ebediyete uzanan çok güçlü arzu ve istekleri vardır. Biyolojik yapı için yeme, içme gibi temel ihtiyaçlar ne ise, ruh için de iman temel bir ihtiyaçtır. O halde insandaki din duygusu fıtridir; kimilerinin iddia ettiği gibi din, sosyal yapının ortaya çıkardığı kültürel bir öğe değildir.

Dinin, beşeriyetin sonraki merhalelerinde ortaya çıktığı, güçlü sınıfın zayıfları sömürmek için uydurduğu bir hikaye olduğu şeklinde özetlenebilecek materyalist yorumların tutarlı hiç bir tarafı yoktur. Dinler tarihine bakıldığında kurucusunun zengin veya iktidar sahibi olduğu bir dine rastlanamaz. Tarihsel materyalist diyalektiğin iddia ettiği üzere din, güçlü sınıfın ideolojisi olarak da doğmamıştır. Tam aksine hemen her din ve inanç genel olarak zayıf kitlelerin içinde, fakir ve kölelerin omuzunda yükselmiş ve yayılmıştır. Bütün peygamberlerin mücadelesi, haddi aşmış, varlıklı zümreler ve zulme sapmış iktidar sahipleri ile olmuştur. Zorba biri ile bir peygamberi bir arada değil, daima karşı karşıya görürsünüz. İbrahim ile nemrut, Musa ile firavun gibi.

Dinin, tarihin belli bir döneminde insanoğlunun karşılaştığı sorunlarını çözmek, anlamlandıramadığı olayları izah etmek ihtiyacından ortaya çıktığını, ancak bilim ve tekniğin ilerlemesiyle beraber dinin ortadan kalkacağını iddia edenler de olmuştur. Karl Marx, Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte ve Durkheim gibilerine göre tanrıya ihtiyaç kalmamıştır ve din artık ömrünü tamamlamıştır. Yaklaşık iki asır önce ileri sürülen bu kehanet de tutmamıştır. Aksine bilim ve teknik ilerledikçe insanlarda dine ve dinin sağlam değerlerine duyulan ilgi ve ihtiyaç azalmamış, bilakis artmıştır.

Bu muhteşem kainatın ve onda cereyan eden olayların bir yaratıcısının olması gerektiği her insanı her an ilgilendiren temel bir sorundur. Hiçbir dini inancı doğru bulmadıklarını iddia edenler bile bunu düşünmekten kendilerini kurtaramazlar. Tarihte dini kabul etmeyen kişilerin hayat hikayelerine baktığımızda bu insanların neden bu duruma düştüklerini anlamak zor değildir. On sekizinci asırda Avrupa’da bilim ve düşünce çevrelerinde moda olan ateizm ve din düşmanlığının aslında mevcut Hıristiyanlığa bir tepki olduğu açıktır.  Yaratıcıya inanmadıklarını söyleyenlerin hikayelerini dinlediğimizde neden bu noktaya savrulduklarını anlarız. Bu tip şahsiyetlerin durumu, meşhur ‘pireye kızıp yorganı yakmak’ deyişiyle izah edilebilir belki.  Yani bunlar, dindar bildikleri bazı kişilerin kimi yanlış tavır ve hareketlerine tepki duyarak boşluğa savrulmuşlardır. Böyleleri biraz da bencildirler. ‘Tanrı olsaydı her dileğimizi kabul ederdi’ saplantısı içerisindedirler. Ünlü filozof Friedrich Nietzsche ilahiyat okuyan biridir. Çok dindar olan babasının genç yaşta ölümcül bir hastalığa yakalanıp ölmesi olayı onu derinden sarsmış ve  “Eğer tanrı var ise neden kendisine kulluk eden babamı bu hastalıkla öldürdü” vesvesesine yenilir ve derin bir bunalıma düşer. Dikkat çeken diğer bir şey ise, bu tanrı tanımaz ve nihilist tiplerin Hıristiyanlığın akla ters dogmalarına karşı olmalarıdır. Ya da Hıristiyanlık, Avrupa coğrafyasına dine karşı bir akımın oluşmasında rol oynayan etkenlerin başında gelir diyebiliriz. Karl Marx’ın “Din afyondur” hükmüne varması da, Friedrich Nietzsche’nin “Avrupa medeniyetinde iki büyük narkotik vardır: Hıristiyanlık ve alkol” diye kestirip atmasının da arka planında muharref Hıristiyanlık vardır. 

Allah’ı bilmemek ve O’na kulluk etmekten mahrum kalmak gerçekten korkunç bir acıdır. En basit bir inanç bile inançsızlıktan çok daha anlamlıdır. Ünlü mütefekkirimiz Cemil Meriç şöyle der: “Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az bahtiyardı? Hangi ilmi hakikat bir kabile dininin nass'larından daha sıcak, daha doyurucu?”

Hasılı, dini duygu, insan fıtratında yer alan temel unsurlardan biridir. Hiçbir güç onu çekip çıkaramaz. Güneşi saklamak da üfürerek onu söndürmek de mümkün değildir. Pascal’ın dediği gibi, ‘Kopernik’in fikirleri pek az kişiyi ilgilendirir. Fakat Allah, ahiret, dua herkesin hayatında her an yaşar’