İnsan şüphesiz farklı yaratılmıştır. Onun diğer canlılardan olan farklılık ve üstünlüğü tartışılmazdır. İnsanın bu üstünlüğü maddi, bedeni değil, kalbi, ruhi ve manevidir. İnsanın ruhi, manevi noktada sahip olduğu üstünlüklerin başında kalp(gönül) gelir. Sözünü ettiğimiz kalp bedenimizdeki biyolojik kalp değildir. Söz konusu bu manevi kalbin misyonu ile biyolojik kalbin misyonu arasında benzerlikler kurulabilir elbette. Beden için biyolojik kalp ne ise, manevi, ruhi hayatın devamı, sağlığı için de manevi kalp odur.
Maddi kalbimiz, vücudumuza giren gıdalardan, teneffüs ettiğimiz havadan ve çevreden etkilendiği gibi manevi kalbimiz de zihnimiz, aklımız ve duyularımızın faaliyetlerinden etkilenir. Maddi kalbimizi korumamızın yolu sağlık kurallarına uymaktan ve sağlıklı beslenmekten geçer. Manevi kalbin gıdası ise, âlemi, onu yaratan sonsuz güç Allah’ı ve yarattıklarını sevmektir. Yüce dinimizin emrettiği ibadetler ise, Hak Teala’yı ve yarattığı mahlukatını sevmenin önemli bir disiplinidirler. Yani sevginin ete kemiğe bürünmüş hali ve ifadesidir ibadetler.
Bizi biz yapan asıl ve öz, manevi kalbimizdir. Bu özü korumak ve onu bozup çürütecek olan hastalıklardan korumak gerekir. Manevi yapımızın beyni olan kalbimizin canlı ve sağlıklı kalabilmesi, sevgi ve mutluluk üretebilmesi için onu dikkatle korumamız gerektiği de açıktır. Kalbimiz, dış dünya ile kurduğumuz ilişki şeklinden direk etkilenir. O halde maddi, bedensel hareket ve davranışlarımızın kalbe, onun sağlığına zarar vermeyecek şekilde disipline edilmesi gerekir. Bu da ancak ilâhi vahyin emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir. Yaratan, maddi kalbimizi koruyacak gıdalar üretip bizlere sunduğu gibi, manevi kalbimizi besleyen gıdalar da var etmiştir. Bunun Kur’ani ifadesi “zikir”dir. Zikir; insanın yaşadığı şu alemde başıboş olmadığını, kendisini koruyan bir gücün, onu kuşatan eşsiz bir sevginin olduğu bilinciyle nefes alıp vermek, bu inancının sağladığı huzur ile yaşamaktır.
“Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur”.(Ra’d, 28)
Kainatta ‘rahmet’ egemendir. Bazı acıların rahmet kapılarını açan anahtarlar olduğunu bilemediğimiz için ‘bu acılar niçin? diye sorar ve şikayet ederiz. Âlemi, içindeki olup biteni doğru anlamak için yaşayan, diri bir kalbe sahip olmak gerekir. Maddi dünyayı tanımak için akıl ve fikir ne ise, olup bitenin hakikatini anlamak için de kalp odur. Bu hakikati Hz İmam Ali (ra) şöyle ifade eder: “Kalp kör olduktan sonra gözlerin görmesinde hiç bir fayda yoktur”.
Kalbin bozulması ve körleşmesi en büyük felakettir. Günahlar ve arzuların peşinden koşularak geçirilen bir yaşam kalbi öldürür. Kalbi ölen kişi ise artık bir insan değil, hatta canavar da değildir o. “Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır”. (A’raf, 179)
İşte âleme egemen olan rahmetin canavarlarda bile varlığını gösteren ilginç bir belge:
‘Dişi aslan avladığı ceylanı yemeye başlarken karnında yavrusu olduğunu fark eder. Yavruyu ölmüş ceylanın karnından çekip çıkarır lakin iş işten geçmiş, yavru çoktan ölmüştür.
Aslan, annesi ölmüş yavruyu yere koyar ve ağır adımlarla bir kenara çekilip yere uzanır. Bu fotoğrafları çeken fotoğrafçı uzun süre aslanın hareketsiz kalmasından şüphelenir ve cesaretini toplayarak aslanın yanına yaklaştığında onun öldüğünü görür.
Aslanın ölüm nedenini öğrenmek için götürdüğü veteriner karnını yarar ve kalbinin patlayarak parçalandığını tespit eder.
Evet bir insan parasını kaybetmesi pek fazla bir şey değildir. Sağlığını kaybetmesi elbette önemsenmesi gereken bir sorundur. Ama kalbini ve vicdanını kaybedenin artık kaybedecek başka bir şeyi kalmamıştır.
“Ey Rabbimiz! Bize ihsan ettiğin hidayetten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize kendi katından rahmet ihsan eyle! Şüphesiz ki, Sen bol ihsan sahibisin.” (Âl-i İmran,8).