Eskiler, “dünyada rahat yoktur” (La rahete fi’d-dünya) demişler. Hayatımızın üzerine kurulu olduğu sistem sabit değil, hareketlidir. Üzüntü sevinç, hastalık afiyet, gençlik ihtiyarlık gibi değişken haller, aynen gece ve gündüz gibi deveran edip dururlar. İnsanın hem bedeni, hem de ruhu bu değişkenliğin etkilerine maruz ve mahkumdur. Bazen çok sevinçliyken bazen de nihayet derecede mahzun ve kederli olabilir insan.

   Bizi ve hayatımızı kuşatan bu nizamı değiştirmek de, ondan bize yansıyan etkilerinden kurtulmak da mümkün değildir. Yani bu demektir ki; insan kendi gücünü aşan bir yapının içinde kalan aciz, zayıf ve küçücük bir varlıktır. Böyle olduğu halde insanın kendisini her şeyi anlayabilecek, her şeye tahakküm edebilecek kudrette görmesi veya bunun böyle olması gerektiğini düşünmesi de manidardır. İnsan ne kadar çaba gösterse de kendi özünü ve kendisini kuşatan hayatın ana niteliklerini değiştiremez. Böyle bir işe güç yetirebilecek olan sadece ilâhi kudrettir.

    İnsanın yaşadığı bu hayatın olumsuzluklarından kurtulması mümkün değilse de bunları yenmesi, aşması mümkündür. Diğer bir değişle insan, kaderiyle barışık olmayı başarabilir. Bunun da tek yolu ancak imandır. İman; Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğuna ve O’nun insan için sadece iyilik, hayır düşünerek olayları yarattığına inanarak yaşamayı öğretir insana. İman, anlaşılmaz gibi görünen şu hayatın zıtlarını anlamasını, insanın sadece kafa gözüyle değil, gönül gözüyle olayları görmesini sağlayan ilahi bir nur ve anahtardır.   

   Yani insan, iman ederek kendisinin farkına varabilecektir. Tabii olarak bu farkındalık onun işini çok kolaylaştıracak ve onu rahatlatacaktır. Aksi halde insan en lüks bir hayatın içinde olsa bile rahat edemeyecektir. Aslında insan fıtratında mükemmele karşı duyulan mevcut istek ve arzuların muhatabı ebedi, uhrevi âlemdir. Çünkü şu âlemin fani yüzü insanı tatmin etmiyor. O, bundan daha fazlasını ve kalıcı, ölümsüz olanı istiyor. Dünya nimetleri ne kadar çok olsalar da, kalıcı olmadıklarından insan ruhunu tatmin edemiyorlar.

   Verilince sevinmek, alınınca ağlamak çocuk tabiatıdır. İman, bu çocuksu tabiattan insanı kurtarıyor ve ona rüştünü kazandırıyor. İman ile rüştüne eren ise, şu fani âlemdeki dünyevi kazancına sevinmediği gibi kaybettiğine de üzülmez bir seviyeye ulaşıyor. Kur’an’ın ifadesiyle “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Ahkaf,13)

   İman ile rüştüne ermiş insan hakikaten özgürdür. Çünkü o; karşılaştığı olayların etkilerini minimize eden bir güce sahiptir. Mümin, bu dünyanın tek elden yönetildiğini bilir ve her tür korku ve tasalarından kurtulur. Çevresini kuşatan âlemin kendi başına hareket etmediğini, Rahman ve Rahim bir Yaratıcı’nın emrinde olduğuna inanmış bir mümin gerçekten hem özgür hem de mutludur. İmanın sağladığı bu güveni, mutluluğu başka kim ve ne verebilir insana? Karşılaştığı üzücü olayların içindeki gizli mesajı anlamış olmanın sağladığı güvene sahiptir mümin. Geçek bir mümini hiçbir şey korkutamaz. Günahlarından başka hiçbir şey de ona üzüntü veremez. Güçlü bir iman ile mutsuzluk bir kalpte aynı anda olamaz.

   Evet, dünyalığın varlığıyla sevinip, yokluğuyla ağlamanın  seviyesinden çıkıp kurtulmanın bir yolu vardır. Ham meyveler dallara daha çok sıkı bağlıdırlar, olgunlaşınca bu bağlılıkları gevşer ve kolayca dallardan ayrılabilirler. İman ile donanan kişi de dünya ve nimetlerinin meftun eden bağlılığından kolayca vazgeçebilir. Peşin ama fani olan dünyayı ebedi olan ahirete severek feda edebilir. Fani dünyayı bâki, ebedi ahiret yurduna feda eden kişi rüştünü ispat etmiştir. O, artık ne çocuklar gibi ağlayıp sızlar ne de oyuncaklarla sevinip oyalanır.

Kur’an, iman ile rüştüne erenlerin vasıflarını birçok ayette dile getirir. Yazımızı bu ayetlerden iki tanesiyle noktalayalım:

“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürpertiyle titrer, O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2)

“Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler.

İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.” (Bakara,156,157)