Bilge, oğluna dedi ki: Ey oğul! hayatta üç şeyden vazgeçme:

  1. Yemeklerin en güzelini yemekten
  2. En güzel yatakta uyumaktan
  3. En muhteşem evde oturmaktan

Oğlu, dedi ki: Biz fakiriz bunu nasıl yapabilirim ki?

Bilge dedi ki:

  1. Acıktığın vakit yersen, o yediğin yemeklerin en güzeli olur.
  2. Çok çalışıp yorularak yatarsan, yatağın en güzel yatak olur.
  3. İnsanlara iyi davranırsan onların kalbine girersin. Bu da en muhteşem evde oturmandır.

                                     *     *     *

   Selahaddin-i Eyyûbi; Cuma günü hutbe okurken, gençlerden biri:

- Ey koca komutan; "Bize biraz da, cihadı anlat!" diye bağırdı.

Selahaddin-i Eyyûbi hutbesine devam etti. Genç tekrar bağırdı.

- "Haydi çağrı yap; Kudüs'e gidip, vuralım, kıralım!"

Selahaddin-i Eyyûbi konuşmasına devam etti. Genç bu kez;

- "Niçin cihaddan bahsetmiyorsun? Yoksa Haçlılardan korkuyor musun? " dedi.

Selahaddin-i Eyyûbi; ertesi gün sabah namazını kıldırmak üzereyken; arkasını dönüp cemaate:

 "Dün; cihad cihad diye haykıran genç, burada mı?" diye sordu.

Gencin olmadığı anlaşılınca; büyük komutan:

 "Uykuyu bırakıp, büyük cihada gelmeyen; küçük cihada gelir mi?" buyurdu.

                   *    *    * 

     Eşeğiyle su dağıtan fakir bir sucu vardı. Adam fakir olduğu için hayvanını doyuramıyor, bakımını aksatıyordu. Demir şiş ve ağır yüklerle sırtı yara bere içindeki biçare eşek, değil arpa, kuru samana bile hasret kalmıştı. Saray ahırının seyisi bizim fakir sucuyu tanıyordu. Bir gün ona eşeğinin neden böyle zayıf ve dermansız göründüğünü sordu. Sucu da:

- Sebep benim fakirliğimdir, zavallı arpasız, yemsiz ve bakımsız kaldı, dedi. Seyis bir iyilik yapmak istedi:

- O halde sen onu birkaç günlüğüne bana bırak. Hayvancağız, padişah ahırında birazcık felekten kâm alsın.

   Biçare eşek böylece saray ahırına alınınca orada keyfinden yerinde duramayan bir dizi güzel atlar gördü. Atların önüne en güzel yemler konuyor, altları süpürülüyor, tüyleri taranıyordu. Hasılı fakir evine göre saray neyse eşeğin gözüne de burası öyle göründü. Kendi halini atların durumuyla karşılaştıran merkebin yüreği kabardı ve başını kaldırıp acı acı siteme başladı:

- Ya Rabbi, her ne kadar hakir bir eşek isem de ben de senin yaratığınım. Geceleri sırtımın acısından ve karnımın açlığından öyle hallere düşerim ki içimden ölsem de kurtulsam diye geçer. Bunlar bu kadar nimet içinde iken benim hayatım böyle acı ve ızdırap içinde geçsin, bu reva mı?

   Bu niyazın üzerinden çok geçmemişti ki komşu ülkeyle savaş çıktığı haberi geldi ve atlar eğerlenip savaşa gönderildiler. Çok geçmeden giden atların çoğu yara bere içinde geri döndü. Kimisi ok, kimisi ise mızrakla yaralanmış, kırılan parçalar içeride kalmıştı. Bakıcılar aletlerini hazırlayıp atları sıkıca bağladılar ve ellerindeki bıçaklarla hayvanların yaralarını deşmeye ve içerdeki parçaları çıkarmaya başladılar. Hasılı ortalık kan gölüne dönmüş, o nazenin atlar pek zavallı bir duruma düşmüştü. Bütün bu olan biteni ibretle seyreden eşek tekrar başını kaldırıp şöyle niyaz etti:

- Ya Rabbi, sen önceki sözlerimi bağışla. Ben bu halime razıyım. Sonucu böyle olacak nimet geri kalsın, istemem, dedi.