İlâhi vahye dayalı yüce İslam ile kurulan ilişkinin  olumlu ve olumsuz şeklini  ifade eden kavramlar  vardır. İfrat(aşırılık), tefrit(pasif kalma) yanında, işin olması geren şeklini ifade eden vasat, itidal, istikamet gibi kavramlarımız da vardır. İfrat: Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık etmek anlamını taşır. Tefrit: Herhangi bir konuda geride kalma, yeterli ölçüde olmamayı ifade eder. İfrat ve tefrit hakkında pek çok ayet vardır.  “Aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez.” (Bakara, 190)

 “Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.(Maide,87)

Aşırı tutum ve eğilimler bir din için en büyük tehlikeyi oluştururlar. Bizden önceki ümmetler ifrat ve tefrit hatasına düşmüşler ve bu tavırları dinlerinin özünü kaybetmek gibi tehlikeli bir sonuç doğurmuştur. Dinler tarihine bakıldığında bunun örneklerinin ne kadar çok olduğu görülebilir.  Aşırılık bazı dinlerin müntesiplerinde daha çok görülmüş olmakla beraber bu tutum hemen hemen bütün dinleri şu veya bu şekilde olumsuz etkilemiştir. Bir din için en büyük handikap da müntesiplerinin bu olumsuz anlayış ve uygulamalarıdır denilebilir. Meşhur deyişle ‘baltanın sapı ağaçtandır ama gider ağacı keser’

Hz. Musa (as) ve İsa(as)’ın müntesipleri aşırılığa düştükleri gibi, İslam ümmeti de bu tehlikeli eğilim ve marazdan kendisini tamamen koruyabilmiş değildir. Kur’an ve Peygamberin(as) bu konulardaki ısrarlı tembih ve uyarılarına rağmen bu illet zamanla Müslümanlar arasında da yayılmış ve çok olumsuz etkilerini maalesef hâlâ devam ettirmektedir.

Dini anlama, yaşama ve tebliğ etme konularının her birinde içine düşülen aşırılık ve yanlışlar çok geniş çalışmaları gerektirecek kadar kapsamlıdır elbette. Aşırılıkların başında, dinin evrensel özelliğini sınırlayan, onu beşeri bir renge boyayan anlayış ve uygulamalar gelir. Yani insan, ilâhi olanı, dinin kesin naslarını kendi sınırlı kapasitesi ile yorumladıktan sonra bu yorumlarını tek doğru olarak kabul etmek şekliyle dini sınırlar, kaş yapayım derken göz çıkarır. Öteden beri toplumlar, yaratıcı gücü bir insana benzetme hatasına düştükleri gibi, onun gönderdiği ilâhî vahyi de beşeri bir renge bürüme veya beşeri bir düşünce ve sistemin payandası yapma gibi sapmalara da düşmüşlerdir. Kur’an birçok ayetinde önceki ümmetlerin düştüğü bu türden ayrıştırıcı, parçalara, fırkalara düşürücü olguları nazara vermiş, işin vahametine dikkat çekmiştir. “Yahudiler, “Hıristiyanlar bir temel üzerinde değiller” dediler. Hıristiyanlar da, “Yahudiler bir temel üzerinde değiller” dediler. Oysa hepsi Kitab’ı  okuyorlar. (Kitab'ı) bilmeyenler de tıpkı bunların söyledikleri gibi demişti. Artık onların aralarında uyuşamadıkları davada, kıyamet gününde hükmü Allah verecektir. (Bakara,113)

Müslümanların ilk dönemlerinde sahabeler ve ilk nesil fakihler(selef-i salihin) dini anlama konusunda önceki toplumların düştüğü hataların farkında olmuşlar ve ilâhi nassların kapsamını kendi anlayışlarına hapsetme yanlışından uzak kalma konusunda örnek tavırlar ortaya koymuşlardır. İlk müçtehid imamların hemen hepsi kendi görüşlerinin dini nasslar şeklinde anlaşılmaması, bu içtihatlarının hem doğruya hem de yanlışa ihtimali olduğu hakikatinin altını dikkatle çizmişlerdir. Bu konuda İmam Malik’in günün halifesi Mansur’la yaşadığı olayı hatırlamakta fayda vardır. Halife Mansûr İmam Malik’ten derlediği hadisleri kitap haline getirmesini, bunu çoğaltarak bütün şehirlere göndermeyi ve onunla amel edilmesini emretmeyi düşündüğünü belirttir. İmam Mâlik bunun doğru olmadığını söyleyerek karşı çıktı. Daha sonra Mehdî ve Hârûnürreşîd’in de aynı talepte bulunduğu, ancak onun yine kabul etmediği rivayet edilmiştir. İmam Malik, Halifelerin idarede ve yargıda birlik ve istikrarı sağlamaya yönelik bu tekliflerine, her âlimin kendisine ulaşan sünnet mirası ve yaşadığı çevrenin şartlarına bağlı olarak farklı görüşler taşımasının tabii olduğunu, aksi bir görüş ve uygulamaya zorlamanın doğru sayılmadığını belirterek karşı çıkmıştır.

Ne yazık ki değişik sebeplerden İslam ümmeti arasında meydana gelen bazı siyasi olaylar üzerine baş gösteren tefrikalar çok geçmeden dinin akaid ve fıkıh alanlarına da sirayet etti ve kimi fırkalar kendi görüşlerine aykırı görüşleri benimseyenleri bidat ehli, zındık ve hatta kafir olarak görmeye başladılar.

İslam ümmetinin birlik, beraberlik ve farklılıkları anlayışla kabul etmeye en çok ihtiyaç duyduğu şu zamanda mezhep, meşrep veya etnik unsuriyet vb. gerekçeler ileri sürerek ihtilaf ateşini körükleyenler var maalesef. Farklılıkları tefrika nedeni görmenin ne dindarlık ne de milletini sevmekle bir alakası yoktur. Ümmetin başına musallat olmuş ırkçılığa dayalı milliyetçilik ve mezhep eksenli dini anlayış bugünkü sorunlarımızın temel nedenleridir ve bunlardan kurtulmak için çaba harcamak her Müslüman için önemli dini, İslami bir vecibedir.