Hayat bir imtihandır. İmtihan ne kadar zor ise işin sonunda elde edilecek kazanımlar da çok değerli olacak demektir. Peygamberler ve diğer salih kişilerin en çok bela ve musibetlere maruz kalmış olmalarının izahı budur. Bizler hakkımızda neyin hayır neyin şer ve kötü olduğunu bilemeyiz. Bizi yaradan Allah’tan hakkımızda hayırlı olanı istemek lazımdır. Acı ve musibet eğer sabır ve tevekkül ile karşılanırsa, Allah’a yakınlığa vesile olur ki, bundan daha büyük hayır ve nimet olamaz. Allah’a yaklaştıran bir şeyden daha büyük bir ikram mı olur? Nimetler ve hayırlar ise şükür ile karşılık bulamadıklarında Allah’tan uzaklaştırırlar ve dolayısıyla en büyük musibet olurlar. Buna binaen ehli hakikat, büyük şahsiyetler musibet ve belalardan şikayet etmemişler. Şikayet bir yana onu nimet saymışlardır. Ünlü mütefekkirimiz M. İkbal konuyu şu veciz ifadeyle özetlemiş: Hayat bir şaraptır ki, en acısı en iyisidir.

   Musibet ve belalar hakikat nazarında nimet oldukları halde çoğu insan onların bu yönünü bilemedikleri için küçücük bir acıdan bile kaçar ve korkarlar. Gereğinden fazla korku ve endişeye kapılırlar. Oysa endişe, gelecek olan belayı def edemediği gibi, hastalık ve acıdan korkmak da mevcut acıyı katlamaktan başka bir iş görmez. Telaş ve endişe "yarın"ın acısını gidermez, sadece "bugün"ün huzurunu kaçırır.

   Hastalığın ölümle neticelenmesinden duyulan korku da bir hastalıktır. Genellikle zayıf iman veya imansızlık bu tür korkuların ana kaynağıdır. İmanı olmayan kişiler ölümden daha çok korkarlar. Ünlü Alman hekim Sigmund Freud’un hayatının sonunda ölüm korkusunu çok şiddetli bir şekilde yaşadığı meşhurdur. ‘Ölümün yüzü soğuktur’ denmiştir. Her insan az veya çok ölümden korkar. Ancak duyulan ölüm korkusunun altında başka korkuların gizli olduğu da bir hakikattir. Hz Mevlana bu konuda şunları söyler: ‘Ey ölümden korkup kaçan can, işin aslını, sözün doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun, sen kendinden korkuyorsun. Çünkü ölüm aynasında görüp ürktüğün, korktuğun, ölümün çehresi değil, senin, kendi çirkin yüzündür.’

   Evet, hakikatte ölüm kötü veya korkunç değildir. Ehl-i iman için ebedi saadete açılan bir kapıdır. Ama küfür ve dalalet ehli için de azap kapısıdır. İşte ölümden duyulan ürküntü ve korkunun sebebi, insanın Allah’tan ve ona kulluktan uzaklaşması, hayatını isyanlar ve günahlarla doldurmasındandır. Vicdan, işlenen kötülüklerden dolayı insana seslenir; ‘bunu yapma, yanlıştır’ der. Vicdanın derinliklerinden duyulan sese kulak vermemenin doğurduğu korku insanı hayat boyu rahatsız eder. Çoğu insanlar bu sesten kaçmak, günahlarının ürettiği korkuyu unutmak için zevk ve eğlenceye kendilerini atarlar. Bu ise onların başına daha büyük belalar açar.

   İnsanın yaradılış gayesini unuttuğu, heva ve hevesine uyarak kendi, özünü bozduğu anlarda ilâhi rahmet insanı bu gafletten uyandırmak için uyarıcılar yollar. Peygamber; uyarıcılar oldukları gibi, hastalık ve musibetler de uyarıcı bir mesaj taşır. İşte bugün dünyayı bir cezaevine döndüren virüs de ilâhi bir ihtar ve uyarıdır elbette. Mevla rahmetinden dolayı kullarına ihtarlarda bulunur. Yoksa onlara azap vermek istese bütün kötüleri bir anda yok edebilir.

   Musibetlere karşı sabretmek demek, bir önlem almamak değildir. Evet korku ve endişe kaderi asla değiştirmez, ama kadere iman da ‘boş ver, bir şey olmaz’ anlamına gelmez. Hastalıklara karşı hem korunacak hem de tedavi olacağız elbette. Ama tüm bunların takdiri etkilemeyeceğinin de farkında olmak gerekir.

   Koronavirüs salgını elbette ihmale gelmez. Tedbirlerimizi dikkatlice almak ve rehavete kapılmamak durumundayız. Ancak virüsten dolayı duyulan korku ve endişeye yenilmemeliyiz. Hiç bir şeyin ilâhi takdirin dışında gerçekleşmeyeceğini unutmadan dua ve istiğfara devam etmek en doğrusudur.