Yeryüzündeki canlılar için güneş neyi ifade ediyorsa; Kur’an da insanlık ve insani değerler  için onu ifade eder. Güneşi göremeyen canlı bedenler sağlıklı olamayacağı gibi Kur’an’sız toplumlar da sağlıklı, huzurlu bir hayat yaşayamazlar.

   Müslüman, Kur’an güneşinden mahrum bırakılmış ruhlara yardım için canlı bir Kur’an olmakla mükelleftir. Yürüyen, yaşayan bir Kur’an ve İslam... Bugünkü insanların ızdırap ve sorunlarını, sadece okunan, ezberlenen bir Kur’an dindiremez. Bildiğimiz gibi Hz. Rasulullah (sav)Efendimizin başarısı yaşayan canlı bir Kur’an olmasındaydı.

      ‘Yaşayan İslam ve Kur’an olmak’ son derece önemlidir. Çünkü İslam teorik bir felsefe veya kuru bir beşeri ideoloji değildir. Bilge Kral Aliya’nın ifade ettiği gibi: Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşam tarzı olarak bakılmalıdır.’

   İnsanları İslam’a, Kur’an’a davet etmek İslami bir vecibe ve ibadettir. İbadetler hiçbir dünyevi karşılık beklenmeksizin, sadece ilahi emirler oldukları için yapılırlar. Dünyevi bazı sonuçları hesap ederek ibadetleri eda etmek hoş görülmemiştir. Hatta ibadetin uhrevi sonucunu düşünmek tavsiye edilmiştir. Yüce Kur’an kutlu elçilerin diliyle şöyle der: Ben sizden, buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbine aittir.” (Şuara:180)

   O halde İslami davet ve mücadelenin her türlü dünyevi, kişisel çıkar, şöhret vb. şeylerden uzak tutulması gerekir. İnsanların sırt çevirip aldırış etmemeleri dava sahibini üzmeyeceği gibi,  yönelmeleri de şımartmamalıdır. Biz kulların vazifesi davettir, insanlara kabul ettirmek Allah’ın bileceği bir husustur.

   Diğer önemli bir nokta ise, davetin sistemli ve belli bir koordinasyon ve ilkeler dahilinde yürütülmesidir. Klasik literatürde bunun adı cemaat çalışmasıdır. Saadet asrında tebliğ faaliyetleri planlı ve koordineli yapılmıştır. Günümüzde bu noktada da Müslümanların önemli sorunlar yaşadığı inkar edilemez bir gerçektir.

     İslami konularda hizmetler yürüten insanların ve cemaatlerin yekdiğerine cephe almaları, sürekli kusur arama ve tenkit yapmaları, ilgili kimseler kadar hizmetin kendisine de zarar verir. Müslümanların birbirlerine karşı hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri elbette ki lazımdır. Ancak doğru ve hak olanı söylerken veya bir yanlışı düzeltmeye çalışırken, işi adabına göre yapmak ve damara dokunduracak söz ve tavırlardan kaçınmak gerekir. İslam, kafirlerle münakaşayı bile ‘en güzel’ şekilde yapmayı emrederken, hatasından dolayı Müslüman kardeşimize karşı ayrıştırıcı, dışlayıcı bir dil kullanmamız nasıl caiz olabilir? Hasılı konuşma tarzımız ve üslubumuz son derece önemlidir, azami dikkat gerektiren bir noktadır.

   İnsanları küfür, şirk, nifak gibi illetlerden  uzaklaştırmaya çalışmak son derece hassasiyet ve dikkat gerektiren bir konudur.. Davetçi ve tebliğci Müslüman, hastasını tedavi eden doktordan çok daha hassas olmalıdır Aksi halde ‘kaş yaparken göz çıkarmak’ durumu yaşanabilir.

   Yanlışı düzeltme konusunda sahabeden bir örnekle yazımızı bitirelim: 'Birkaç kişi toplanmış bir adama vuruyor ve hakaret ediyorlardı. Oradan geçmekte olan ünlü sahabi Ebu'd- Derda hazretleri yanlarına gelerek sordu:

Ne yapıyorsunuz, neden bu adama vuruyorsunuz?

Bu adam büyük bir günaha düşmüş dediler.

Bunun üzerine Ebu'd- Derda: Eğer bu adam kuyuya düşseydi bir ip alıp onu çıkarmak mı gerekirdi, yoksa üzerine taş yağdırmak mı?