Türkiye`de diyanet`in anayasal bir kurum olarak varlığı laiklik ilkesine uyar mı uymaz mı? Laik devletin içinde diyanet`in bulunması konusu dindarlardan ziyade laikleri rahatsız  etmiştir.  Laik çevrelerde diyanet korkusu hep olmuştur. Oysa DİB`i devletin bir kurumu olarak ihdas edenler de kendileri idi.   Ancak hemen şunu belirtelim ki laik kesim, diyanetin resmi varlığına değil, sivil bir hüviyet kazanmasına,  millete mal olmasına karşıdırlar. Laikler, kurdukları diyanetin kendi kontrollerinden çıkmasından korkmaktalar. Peki, gerçekten diyanet ilk kuruluş amacının dışına mı çıktı? Biz bu yazıda buna değinmeyeceğiz.  Laiklere göre diyanet, laik sistemin payandası olmaya devam etmeli. İslami faaliyetlerin merkezi ve vasıtası olacak bir diyanet, kuruluş amacından çıkmış ve hıyanet etmiş olur.

Peki Diyanet`in görevi  İslami faaliyetler olmayacak idiyse niçin kurulmuştu? Kemalist laikler bu toplumun İslami ve kültürel değerlerini keyiflerine göre değiştirirken tedbiri elden bırakmak istemediler. Müslüman halkın muhtemel tepkilerini asgari seviyede tutmak için diyanetin varlığını zaruri gördüler. Kaz`ın geleceği yerden tavuğu esirgemediler.  Onlar, böyle yaparak bir taş ile iki kuş vurmanın hesabını yaptılar. Birincisi, yeni kurulan cumhuriyetin dinsiz ve dine düşman bir yapı olduğu yönünde gelecek eleştirilerin yolunu kesmek.   İkincisi, diyanet kurumu üzerinden İslam`ı ve Müslümanları kontrol altında tutmak.

Bir denetleme mekanizması olarak düşünülmüş olan kurum için seçilen isim de dikkat çekicidir. Seçilen isim ‘din` değil ‘Diyanet` idi. Çünkü din demek Kur`an demekti, Kur`an`ın dünya ve ahiret işlerinin nasıl olması gerektiğini açıklayan bütün hükümleri demekti. ‘Diyanet`  ise fıkhın sadece ibadetler bölümünü kapsayan bir ifade idi. Buna göre, kelimenin içeriğine uygun olarak ibadetler alanı ile ilgili hükümler nazarı itibara alındı, İslam`ın diğer ahkâmı ise modası geçmiş orta çağ yasalarıdır denilerek hayattan koparıldı, mahkûm edildi.

 

Kemalistler, İslam gibi bir dinin Hıristiyanlık gibi öyle kolay kolay sosyal alandan koparılacak bir yapıya sahip olmadığını, sosyal alanı sıkı kontrol eden geniş bir kapsama sahip olduğunu çok iyi biliyorlardı elbette. Laikliğin akıl hocalarından biri olan Mümtaz Soysal konu hakkında şunları diyor: “Dinin toplum işlerinden, toplumsal görevlerinden sıyrılıp ‘vicdanlara itilmesi` kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar  bütünü sayılabilmesi elzemdir. Bu, aynı zamanda dünya işleriyle çok yakından ilgili olan Müslümanlığın kendi içinde de bir reforma girişmek demektir. Bir bakıma Atatürk`ün uygulamak istediği laiklik politikası, dini ‘toplumsal` olmaktan çıkarıp ‘kişisel`leştirirken, Müslümanlığın temel niteliklerinden birine de dokunmuş oluyordu. Laik devlet, yalnız mezhepler arasında ayrım gütmeyen, resmi bir dini olmayan, dinsel kurallarla iş görmeyen bir devlet olmakla kalmamalı, aynı zamanda dinin vicdanlara itilmesi için gerekli tedbirleri de alabilen devlet olmalıydı”

Ancak İslam`ı hayattan koparmak öyle kolay bir iş görünmüyordu. M. Soysal, bunun da farkında. Bakın neler diyor: “İslam dini, din ile devlet ilkelerini ayırmak şöyle dursun, bunlarda tam bir kaynaşma getiriyor. Din, insanların iç dünyaları kadar, devlet konusundaki davranışları da kurallara bağlamak amacını gütmektedir. Bu alanda laikleşmeye doğru atılan her adım, eninde sonunda dinin kendisiyle çatışmaya kadar varıyor.” (Prof Mümtaz Soysal, Yüz Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek yayınları, s 131)

Laik sistem İslam ile çatışırken Diyanet`i kullanma yöntemini elinde bulundurdu. İslam ile mücadelede kullanılan bu yöntem merhum Ali Şeriati`nin ifadesiyle ‘dine karşı din`dir. Türkiye`deki Kemalist laik rejim, diyanet kurumu yolu ile İslam ve Müslümanlar üzerinde denetim ve hakimiyet kurmaya çalıştı. Adına ‘inkılap` denilen bütün değişikliklerin  İslam dinine de uygun olduğu yalanını emirlerindeki diyanete  tasdik ettirip  halka sundu; ama bu da bir işe yaramadı. Halk, hiçbir zaman laikliği benimsemedi. Bundan dolayı rejimin zinde güçleri bu ilkenin uygulanması ve korunması adına her on yılda askeri bir  darbe yaptılar. İslam`ın sosyal hayata yön veren ilkelerinin neden uygulanmadığını izah edemediler; ancak yalan yanlış propagandalarla İslam`ı ve Müslümanları öcü gösterme yoluna başvurdular. Müslüman kimlikli kişiler, devlet ve millet düşmanı, yabancı güçlerle işbirliği yapan hainler, ülkenin ilerlemesini istemeyen mürteciler olarak gösterildiler.

Kemalist laik devlet,  toplumun kaynaşmasını sağlayan, birey ve topluma hem maddi hem de manevi alanda güç kaynağı olan İslam`ı, devletten ve sosyal hayattan ayırmakla yetinmedi. Alaturka laiklik,  dini özünden koparacak, tahrife uğratacak müdahalelere de girişti. İslam`ın şiarlarından olan ezan Türkçe okundu. Bu bir ilkti. Bu ilk adım başarılı olmuş da kabul görmüş olsaydı, peşinden bütün bir ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi gelecekti. Neyse ki Allah`ın yardımı ulaştı ve kurdukları planlarını akim bıraktı.