Din adamları sınıfının devlete ve iktidara hükmetmesinin adı teokrasidir ki İslam`da böyle bir durum söz konusu olamaz. Çünkü İslam ‘din adamları sınıfı` diye bir zümreyi ve bunların ayrıcalığını kabul etmez. İslam, Allah`tan kullarına gönderilen ilâhi hidayettir ve bu dinde kimseye bir ayrıcalık ve imtiyaz tanınmamıştır. Bazı art niyetli kişiler bilerek İslamî yönetimi ‘teokratik yönetim` diye adlandırırlar ki bu iftiradan başka bir şey değildir.

İslami anlayışa göre devlet ve yönetim, dini değerlerden uzak kalamaz. Başta adalet olmak üzere devletin, toplumun yararına olan şeyleri koruması, zararına olan işlere de sınır ve yasaklamalar koyması gerekir. İslami bir toplumda kişi başkasına zarar veremeyeceği gibi kendisine de zarar verme hakkına sahip değildir. Bu baptan kişinin içki, kumar, zina vb ahlaksızlıkları işlemesine müsaade edilmez. İnsanı bu tür işlere götüren sebeplerle mücadele edilir. Devlet, bireyi ve toplumu hem maddi hem de manevi tehlikelerden korumak için imkanlarını seferber eder. İslami bir yönetim şu beş temel şeyi korumakla görevlidir: Can, mal, akıl, nesil ve din. Müslüman bir birey için İslam`ın beş şart ne ise, İslamî yönetim için de bu beş değeri korumak ve yaşatmak odur.

  Kur`an`a göre dinsiz bir devlet veya dini değerlere uymayan bir devlet ve yönetim meşru değildir ve ona itaat da edilmez. İslami tasavvurdaki din-devlet arasındaki ilişkiyi vücut ile beyin arasındaki ilişkiye benzetebiliriz. Devlet, toplumu temsil eden maddi güç, dini değerler ise o gücün nerede, nasıl harcanacağını belirleyen akıl ve ruhtur. Diğer bir ifade ile din, devletin aklı ve vicdanıdır. İslami bir toplumda hiç kimsenin devletin gücünü kişisel, siyasal ve ekonomik çıkarları için kullanma yetkisi ve hakkı yoktur. İktidarda kimin olacağına Müslümanlar kendi aralarında seçim usulüyle karar verirler. İktidar belli bir gurubun tekelinde değildir. Babadan oğula tevarüs eden saltanat sistemi meşru değildir. Yönetime adil ve ehliyetli kişilerin seçilmesini sağlamak dini bir vecibedir. İslam tarihinin ilk başlarındaki ‘Hulefa-i raşidin` döneminde bu kriterlere sahip bir yönetim pratize edilmiştir.

Devlet ile din arasındaki ilişkide en tehlikeli seçenek dinin devletin egemenliğinde olmasıdır. Tarihe baktığımızda yönetimlerin din ile bu tür bir ilişki kurmak için uğraş verdiklerini görürüz. Bu çarpık sistem, genelde dinin orijinalitesini yitirmesine ve zalim yönetimlerin elinde bir oyun ve oyuncak olmasına neden olur. İlahî asıllı dinlerdeki (Hıristiyanlık, Yahudilik) tahrif ve sapmaların bu yol ile meydana geldiğini biliyoruz. Katolik anlayış gereği kilisenin devleti kontrol etmesi ne kadar yanlış ise, devletin dini idare etmesi de o kadar, belki ondan daha fazla yanlış ve tehlikelidir.

Yönetimlerin, dini kontrol etmek istemelerinin arkasında yatan sebepler bellidir. Bu sebeplerin başında, mevcut iktidar ve yönetimin çıkarı için dinin gücünden faydalanmak gelmektedir.  Dini kullanarak güçlenen yapı ve yönetimler maksatlarını elde ettikten sonra dini değerleri unutmaya veya o dini kendi arzuları istikametinde değiştirmeye de başlarlar. Bir devletin yayılmasının ve büyümesinin payandası olmuş bir din kısa bir zamanda gönüller üzerindeki etkisini yitirir, manevi iktidarını kaybeder.

İktidar sahiplerinin dini kullanmalarının bilinen diğer bir sebebi de halk nezdinde yönetimlerinin dine saygılı olduğu imajını oluşturmak ve bu yol ile keyfi idarelerine meşruiyet sağlamaktır.

Devletin dini kontrol etme arzusunun diğer bir sebebi de dinin gücünü kontrol altında tutmaktır. Bu daha çok bazı laik ve dinsiz devletlerin başvurduğu bir yöntemdir. Müslüman toplumlarda İslam`ın kitleler üzerindeki gücünü kırmak, İslam`ı hayattan koparmak amacında olan bazı yönetimler, Müslümanların tepkisini çekmemek için uyduruk bazı kurumlar vasıtasıyla dini hizmetler yaptıkları görüntüsünü verirler. Oluşturdukları bu kurumlar üzerinden dini hayatı denetler ve din hizmeti yapan alimleri ve görevlileri kendilerine bağlarlar.

Her ne amaçla olursa olsun dinin devletin vesayeti altında olması çok yanlış ve son derece tehlikelidir. Bu durum dinin özünü kaybetmesine ve kitleleri uyuşturan bir afyon gibi kullanılmasına yol açar. Tarihte Hıristiyanlığın düştüğü durum budur. Egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir din Allah`ın gönderdiği din olmaktan çıkar.

Hasılı, dünyevi çıkarlar uğruna dini kullanmak da, onu zapturapt altına almak için denetim altında tutmak da Kur`an`ın ifadesiyle ‘fitne`dir. Ve fitne öldürmeden daha beterdir. Yani dinin çıkarlar için kullanılması onu yok etmek için yürütülen bir savaştan daha kötüdür. Kur`an, bu fitne ortadan kaldırılana kadar Müslümanları mücadele etmeye davet eder.