Türkiye’nin dış politikasında birkaç aydır ezber bozan bazı değişimler yaşanıyor malum. Değişken dost düşman konsepti doğru bir şey midir, yanlış mıdır bunu hep beraber müşahede edeceğiz. Dilin kemiğinin olmaması gibi; dış politikada da köklü ve ciddi bir stratejiden ziyade, konjonktüre göre şekillenen bir anlayışın paradigmaya dönüştürülmesinin getirisi götürüsü noktasında ciddi endişelerimiz vardır.
BAE, Mısır, Suudi Arabistan ve İşgal Rejimi gibi yakın tarihin en pervasız Türkiye karşıtları olarak bilinen ülkeler ile yeni bir dönemin başladığını söylemek mümkündür. Suriye, Doğu Akdeniz, Afrika, Kafkaslar, Irak ve diğer birçok coğrafyada Türkiye’nin kurmaya çalıştığı dengelere çomak sokarak bozan ve Türkiye’nin başarısız olması için bütün imkânlarını seferber eden ülkelerden söz ediyoruz. Bu ülkelerin İslam coğrafyasındaki konumlanmaları değişti mi hususu sorgulanmalı değil miydi? Türkiye’nin onlarla yaşadığı sorunların gerekçeleri ortadan kalkmadan böyle bir politika değişikliği, ciddi bir devletin ağırlığı ile ne kadar uyumlu olur?
İşgal rejimi Başbakanı Naftali Bennett, Abu Dabi´yi resmi olarak ziyaret eden ilk işgal rejimi başbakanı olarak pazar günü BAE´nin Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid Al Nahyan ile bir araya geldi. Üstelik Bennett, resmi devlet töreni ile karşılandı. Bu durum, İşgal rejiminin duruşunda bir değişim olmadığını göstermektedir. Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki buzların da eridiğini biliyoruz. Suudi’nin de duruşunda bir değişiklik görmedik bugüne kadar. Dolayısıyla BAE, bir taraftan Türkiye ile ilişkiler geliştirirken aynı zamanda en aykırı adımlara da imza atmaktadır.
Yapılan açıklamalarda BAE ile yapılan açılımların benzerlerinin Mısır ve İşgal rejimi ile de yapılacağı söylendi. Mısır’ın da Türkiye ile yaşadığı sorunlarda taviz vermediğini, İşgal rejimi ile ilişkilerini her geçen gün ilerlettiğini biliyoruz. Oradaki cunta rejiminin Müslüman halka yönelik baskı ve zulmü her geçen gün daha da artmaktadır. Her gün yeni idam kararları verilmektedir cunta mahkemeleri tarafından.
Bu dört ülkenin dünya dengeleri içinde yer aldıkları eksen malumdur. Suriye iç savaşının başlangıcında aslında Türkiye de bu eksen ile birlikte hareket ediyordu. Ancak sonrasında bir ayrışma yaşandı. Blok, Türkiye’ye savaş açtı. ABD’nin öncülüğünü yaptığı bu saldırı politikası, bütün cephelerde Türkiye’nin önünü tıkadı. Şimdi dönüp dolaşıp yine aynı yere geri mi döndük? Dünya siyasetinin yeni konseptinde çok yönlü politikalar geliştirilebiliyor. Bir cephede bir ülke ile çatışmalı olunurken bir başka cephede aynı ülke ile aynı safta yer tutabiliyorsunuz. İnsanlığın, ilkelerin, etiğin değil; çıkar, menfaat ve gücün dünya dengelerinde kırmızıçizgi haline gelmesi sonrasında dost düşman algısı da maalesef böyle bir tanım kazandı.
Dış politikada elbette ki her ülke, kendi dengelerine ve geleceğine yönelik hesaplar içine girecektir. Bu nedenle hangi ülkenin kiminle iş tuttuğu hususu artık eskisi gibi kırmızıçizgi değildir. Ancak; insanlık adına, ahlak adına ve ümmet adına ıskalanmaması gereken hususlar vardır. Söz konusu ülkeler insanlığın, İslam’ın, Ümmetin değerlerine savaş açmış ülkelerdir. Siyonizmin güvenliğinin sağlanması ekseninde yeni bir dünya kurmaya çalışan bu blok ile geliştirilecek siyasi ve ticari ilişkiler bizi nereye götürecektir? Onların insanlığa, dünyaya ve İslam aleminin değerlerine verdikleri zararların önüne geçilecekse diyecek bir şey yoktur elbette. Ancak bunun olmayacağı görülmektedir.
Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz ve kurlardaki suni yükseliş, dış politikadaki bu gelişmeler ile birlikte okunduğunda gelişmelerin aslında sanılandan çok daha geniş çaplı olabileceği değerlendirmesine sebep oluyor. Türkiye’de bulunan toplam mevduatın %62’sinin dolarlaşması hususu da yabana atılmamalıdır. Türkiye kendi eksenimi kuruyorum diye yola çıkarken elin adamının eksenine payanda olmamalıdır. Bizim endişemiz de bundan başkası değildir.