Rıza-i ilahiye kavuşmak güzel de,

  Ondan daha güzeli var mıdır?

  Var elbet!

  Ebu Bekir olmak!

  Rivayete göre: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mekke’nin fethine hazırlanıyordu. Herkes fedakârca infakta bulundu. Fakat Hazret-i Ebu Bekir (ra) gibi veren yoktu. Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) evinde ne de üstünde başında hiçbir şey bırakmamıştı. Tek bir abası kalmıştı ve abasını üstüne atmış, abasının uçlarını göğsünde dikenle iliklemişti.
O sırada Hazret-i Cebrail (as) geliverdi. Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) selâm verdi ve dedi ki:
“Ne oluyor Ya Resulallah! Ebu Bekir’i abasını dikenle iliklemiş görüyorum.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Ya Cebrail! Bütün malını cihat için harcadı.”
Cebrail (a.s.):
“Allah ona selâm ediyor ve soruyor ki, ‘Bu yoksullukta benden razı mıdır?”
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Sıddık-i Ekber’e (r.a.) dönüyor:
“Ya Ebu Bekir! Cebrail, Allah’tan sana selâm getirdi. Rabbin senden: ‘Ebu Bekir benden razı mı, değil mi?’ diye soruyor. 
Bunun üzerine Sıddık-i Ekber (ra) ağlıyor ve diyor ki:
“Ben Rabbime nasıl darılırım? Ben Rabb’imden razıyım, ben Rabbimden razıyım!”

  Evet, ‘Sıddîk’ olmanın birinci şartı sorgusuz, sualsiz tasdik ve her şartta teslim iledir. Fakat bunun yanında bir şey daha var ki esasen Hz. Ebubekir’i ‘Sıddîk’ yapan en önemli niteliği bu olsa gerektir.

 Gelecek endişesi taşımadan, azalır diye düşünmeden, biter diye korkmadan verebilmek…

Ancak bu denli bir verme ile ‘Errezzak’ olana itimadını ispatlar insan.

Sorgusuz sualsiz tasdik ve teslimiyetin neticesidir gönülden yapılan infak.

 Kalbi sahibine vermek demek, masivadan geçmek demek, kalpte yer eden ne varsa para, mal-mülk ve daha nice dünya nimetini rıza-i ilahi uğrunda vermek demek.

Ebu Bekir Sıddîk misali hesapsızca vermek demek.

 İnfakın zıddı ise nifaktır. İnanan insanlar için kelimelerde bile gizli olan ne mesajlar var neler!   Bu mesajı şöyle anlamak gerek: İnfak edemiyorsak eğer, nifak ehliyiz demektir!

Çok mu ağır oldu?

Ağır geldiyse şayet, hala bir umut var demektir. İddiamızın ispatı Tövbe suresinin 67. Ayetinde saklı. O halde ayete kulak verelim:

 “Erkek olsun kadın olsun bütün münafıklar birbirinin aynısıdır: Kötülüğü teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü kesmeye çalışırlar, Allah yolunda harcamaktan yana ellerini pek sıkı tutarlar. Allah’ı unuttukları için, Allah da onları unutmuştur. Gerçekten münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridir.”

Şöyle bir yoklayalım kalbimizi, acaba vermek hakikatte acı mı veriyor bize?

O yüzden mi veremiyoruz bir türlü?

İllaki vereceksek en sevmediğimizi, ihtiyacımız olmayanı mı veriyoruz?

Onu bile verirken elimiz mi titriyor?

Bu sorulara evet yanıtını veriyorsak hastalık başlamış demektir. Zira bu belirtiler; nifakın habercisi ne yazık ki…

 Nitekim; verememek ya da gönülsüz, isteksiz, ruhsuz, çoğu zaman da gösteriş için vermek infak değil olsa olsa firak olur, elem olur yakar içini insanın.

Sevdiğinden ayrılmanın hüznü nasılsa, gönül verilen maldan ayrılmak da böyledir.

 Hastalığın teşhisi tedavinin yarısı sayılır aslında. Teşhisi koyduğumuza göre bir hekim titizliğiyle hastalığı tedaviye başlamak gerekir. Nifakın zıddı ile yani infakla tedaviye başlamak, önce vermeye alışmak gerekir. Acıtsa da vermeye devam etmek zamanla nifakı yok edecek, gönül rızasıyla vermeye evirilecektir inşallah.

Âl-i imran suresi 14. Ayetle yazımızı sonlandıralım:

 “Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara cazip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah’ın yanındadır.”

  Gönlümüzü dünyalıklara değil, gönlü verene teslim etmeyi, hesapsız vermenin sırrına erip Sıddîk makamına yükselmeyi yüce Rabbimiz bizlere de nasip etsin…

Selam ve dua ile…