İstenilen; ismen Said olmak değil, yaşantısı, yazgısı hâli ve akibeti said olmaktır. (Rabbim! Cümlemizi said kılsın.) Saidleri konu edinmemin sebeb-i hikmetine gelince; Şaban Ayı`nın mübarek günlerindeyiz ve mübarek Beraat Gecesi`ni idrak ediyoruz. Bu gecenin Duhan Suresi`nde zikri geçen gece olduğu rivayetleri vardır, “Gerçekten biz onu mübarek bir gecede indirdik... katımızdan bir emirle her hikmetli iş onda (o gecede) ayırt edilir.” (Duhan / 3-4)
Yine bazı rivayetlerde bu mübarek gecede ayırt edilen işlerden birinin de kişinin said mi olacağı yoksa şaki mi olacağıdır. Hz. Ömer (ra) bu yüzden akibetinden korkar ve “Allah (o yazıdan) dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap ise O`nun katındadır.” (Rad / 39) ayetinden hareketle (ağlayarak) şöyle dua edermiş: “Allah`ım! Eğer beni şakilerden yazmış isen, silip saidlerden yaz.”
Dua ibadetin özüdür ve hidayette / kurtuluşta çok önemlidir. Dua, mülkü sahibinden istemektir. Fakat kavli dua da tek başına yeterli değildir. Amelle beraber olması gerekir. Hz. Ali (ra), duanın amelsiz olamayacağını şöyle ifade eder: “Amelsiz dua, yaysız ok atmaya benzer.” Amelsiz dua ile yetinen bir peygamber, bir alim, bir salih insan tarih yazmamıştır. Allah`a yakın kullar duaların, hamd-u senaların en güzelini yaptıkları gibi kulluk, ibadet ve amellerin de en güzelini yapmışlardır.
İbadetlerinin güzelliğinden dolayı Zeynel-Abidin (ibadet edenlerin süsü) ve secdelerinin çokluğundan, uzunluğundan dolayı da İmam Seccad (çokca secde eden) diye isimlendirilen Hz. Hüseyin`in oğlu Ali (ra), ibadetlerini ve amellerini dua ile daha da güzelliştirmiştir. Dualarından oluşan meşhur Sahife-i Seccadiye`sinde Allah Tealâ`dan bağışlanma talep ettiği bir duasında şöyle der:
“İlahi! Eğer göz kapaklarım dökülene kadar sana yalvarıp ağlasam; sesim kesilene kadar feryat etsem; ayaklarım şişene kadar sana ibadet etmeye dursam; bel kemiğim yerinden ayrılana kadar sana rükû etsem, gözlerim çanaklarından çıkıncaya kadar sana secde etsem;... dilim tutulana kadar seni ansam (zikretsem) ve utancımdan başımı göğe doğru kaldıramasam, bütün bunlarla tek bir günahımın bile affını hakketmiş olmam...”
Saadete ulaşan Allah`ın bu seçkin kulları, saadetin ve said oluşun tamamen Allah`ın bir lütfu olduğunu, buna da amel – dua bütünlüğü içinde ulaşılabileceği hakikatiyle yaşamışlar. Ne ibadet ve dualarına aldandılar, ne de Hak`tan gaflet ettiler. Saidlerin gafletten uyanması gerektiğini Bediüzzaman şöyle seslenek dile getirir:
“İ`lem eyyüha`s-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet! Ne bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır. Ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü ancak bir şule kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem`a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı.
Zamanın geçti, kabirden başka bir mekânın var mı? Biçare! Acizane ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla ihtiyar ve iktidardan hali bir insanın ne olacak hali! Hazain-i rahmet sahibi Halık-ı Rahmanü`r-Rahim`e böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. O`dur herkese nokta-i istinad. O`dur her zaife cihet-i istimdad...” (Mesnevi-i Nuriye)
Manayı maddeye boğduran günümüz toplumları, saadeti maddi refah ile elde etmeye çalışıyorlar. Fakat gaflet içinde, büyük bir yanılgı yaşıyorlar. Maddi refahın zirvesinde olan Batı, sahip olduğu madde ile halklarına saadeti sağlayamadı. Topluma verdiği tek şey, tüketim çılgınlığı içinde insanlığı, faziletleri tüketmek ve mutsuz bireyler oldu. Maddi refahı gittikçe artmasına karşılık, artan boşanmalar ve öldürmeler, akraba ve komşu ilişkileri kopuk mutsuz fertler, bunalımlı gençliği ile Türkiye de buna örnektir.
Saadet, ruhi bir haldir ve mekanı da kalptir. Kalp ise manaya bakar. Madde, maddiliği ile kalbe giden bir saadet yolu bulamaz. Madde ancak manaya dönüşünce kalbe saadet olur ve kişiyi said eder. Maddenin manaya dönüşmesi için de önce amellere dönüşmesi gerekir. Akrabaya, komşuya, misafire, yoksula, yetime hayır yoluna sarf edilip iyilik üzerinden manalaşan madde, gönlü cennete çevirir.
Bu alemde manevi cenneti yaşayan saidler, ahirette de Allah`ın lütfu ile maddi cenneti yaşar ve ebedi saadete kavuşur. Asıl saadet odur. Alimin birine sormuşlar: “Saadet ne zamandır?” cevaben: “Bir gündür, o da ahirettedir.” demiş. Gerçekten de kişinin kitabı sağ tarafından verildiği gün, kişi said, diyarı da saadet olur. Kişinin said olabilmesi için de ibretle bakması, Kur`an`dan ve yaşanılanlardan ibretler alması grekir. İbn-i Mesud gerçek saidleri öyle tarif eder: “Gerçek said, başkalarının hallerinden ibret alıp, öğütlenendir.”
Saidlerden olmak duası ile...