Yani sıradan, basit şeyler olarak görülmeye başlanıyor. Aslında çok büyük kıymetlere sahip hatta mucize olan pek çok nimet, yaşam içindeki bolluk ve süreklilikte sıradanlaşıyor. Zaman, akıl, hava, su, güneş vs. Öyle ki, birçoğu bırakın, bunları nimet olarak görmeyi, nimet denince bunları akla dahi getirmiyor. Ancak bu nimetler üzerinden bir musibet yaşadığında veya bunlardan mahrum olan insanlarla yüz yüze gelindiğinde, bir anlık parlar söner bir tezekkür yaşıyoruz.

Nimetleri adiyattan saylamakla kalmadık. Ne gariptir ki müsibetleri, afetleri de adiyattan saymaya başlayıp, sıradanlaştırdık. En büyük müsibet olan ölüm hadisesi, o kadar sıradan bir hadiseye dönüştü ki… Hatırlarım öyle taziyelere uğradık, o evde sanki biri ölmemiş, insanlar sanki taziyeye gelmemişler gibi. Taziye sahipleri, normal günlük yaşamlarının gülmekler eşliğindeki muhabbetlerinde... Bu manzara karşısında akıl hayretler yaşıyor ve insanın gönlü taziye evine dönüyor.

Hâlbuki ölüm, bir insan için kıyamettir. “Kişi ölünce gerçekte kıyameti kopmuştur.” Zira dönüşü olmayan ebedi bir kapıdan girmiş, elindeki fırsatlar çekilip alınmış, karanlık kabre sokulmuş, pişmanlıklar ateşe dönüşmüştür. Artık geride bıraktığı dünya, zelzeler geçirse de  başına göktaşları da düşse kıyameti de kopsa dünyanın, onu ilgilendirmez. Çünkü o kendi kıyametinin ve hesabının derdindedir. Hem öyle bir dert ki, kendisinden başka her şeyi ve herkesi (kardeş, eş, çocuk, anne-baba, yeryüzündekilerin tümünü) feda edip, yalnız kendisini kurtarmak isteyecek kadar büyük bir dert...

Gözlerimizin temaşa ettiği ve kulaklarımızın duyduğu her ölüm, aslında kendi kıyametimizin habercisidir. Gelenin katiyetle ve bilmüşahade gittiği, gidenin ise geri gelmediği, şu fani alemin konar göçer yolcularıyız. Saatte 1670 km hızla giden bir bineğe binmişiz ve menzile ilerliyoruz. Bu kadar hızla giden bir bineğin yolcusu, varıp ebedi kalacağı yurdu için son sürat hazırlık yapması, ciddi çalışması gerekmez mi?

Haber spikerleri, her gün öyle rahat bir tarzda enva-i çeşit ölüm haberleri veriyorlar ki... Öldürülenler, kazalarda can vererek, suda boğularak, yanarak ölenler... Sadece ekranlardan değil, yaşadığımız toplumda da ölümün bin bir türlü yüzüyle karşılaşıyoruz. Hayattan düşen tanıdık simalar, ölmüş anne-baba, akrabalar, dostlar, büyük-küçük mezarlıklar, müzmin hastalar ve hastalıklar, beli bükülmüş ihtiyarlar... Her daim kafalara vuran bunca ölüm hakikati ve manzaraları...

Her tarafımızı ve her anımızı kuşatmış olan ölüm, hayatımızın neresinde? Ölüm dehşeti, kaçımızın lezzetlerini yıkmış, tadını kaçırtmış? Kaçımızı uyutmuyor bu korku? Ebedi yaşamaya dair bir garanti mi aldık veya ölüme bir çare mi bulduk? Öyle ise bu aldanmışlık neden?...

Yaşanılan hayat içerisinde çok hızlı bir değişim geçiriyoruz. Hele yaşadığımız yüzyılın değişimi baş döndürücü… Bu değişimin hızı ve hayatın her alanını kapsayan yaygınlığı içinde, ölümün de değiştiği vehmine kapıldık herhalde. Hayatı koyu bir gaflet ve ebediyet vehmi içinde yaşıyoruz. Ve yanılıyoruz. Ölüm yaratıldığı günden beri aynı hakikat üzeredir. Dünya ne kadar ilerlese, çağlar atlasa da zaman ne kadar değişirse değişsin, değişmeyen bir hakikattir ölüm... Bir de bizim ölümü tadıcı olduğumuz...

“Ey Nefsim! Sakın zaman değişmiş, asır başkalaşmış deme. Kabir kapanmıyor, ölüm öldürülmüyor” diyen Bediüzzaman bu hakikate vurgu yapıyor.

Ölümsüz gerçek olan ölümü unutmak, insanlığımızın başına öyle müsibetler getirdi ki; lezzet, zevk, konfor mübtelası kıldı bizleri. Tul-i emel ve dünya sevgisi ile dolduk. Cennete iştiyakımız, cehennemden kaçışımız öldü. Kuruntu şeklindeki temennilerimizdir sadece, cennete ve cehenneme dair olan.

Ölüm düşüncesi, insana can verip, amel işlettirir. Ölümü unutmak ise, hakikatte kalbi öldürüyor. Ölen kalpte akabinde pek çok şeyi öldürüyor: Salih ameli, ibadeti, infakı, fedakarlığı, sıla-ı rahmi... öldürüyor.

Ölüm gerçeğinde dirilmek duası ile...