Hafta içerisinde Hertzilya Üniversitesinde konuşan siyonist rejim Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot, Batı menşeli protestoların gölgesindeki İran`la ilgili bilindik gerekçeler sıraladıktan sonra “altın vuruş” mahiyetinde şu açıklamayı yapıyordu:

“İsrail, Suriye`deki Şii hegemonyasını önlemek amacıyla geniş çaplı Arap koalisyonuna üye olacak.”

Eizenkot`un sıraladığı gerekçeleri buraya almaya gerek yok. Çünkü sıraladığı gerekçeler tahmin edeceğiniz gibi tamamen “Müslümanca” gerekçeler!

Bugün Kuzey Afrika`dan Himalayalara kadar olan geniş İslam coğrafyasında “Yeni bir düzen inşası” adına ABD, siyonistler ve Eizenkot`un “Arap koalisyonu” diye bahsettiği Suud/BAE/Mısır üçlüsünün eşgüdüm halinde çevirdikleri dolaplar konusunda sanırım tüm Müslümanlar hemfikir durumdadırlar.

Müslümanların teorik anlamda hem fikir oldukları şeytani planlar karşısında bahse konu şeytani koalisyonun bu denli açık yüreklilikle planlarını devreye sokup her defasında hedefledikleri farklı ülkelerin birinde uygulamaya koymalarına karşı İslam aleminin içine düştüğü fikir karmaşası, belki de şer cephesinin şeytani duygularını motive eden önemli bir etken olsa gerek.

İslam dünyası olarak çok ilginç bir süreçten geçiyoruz. Düşmanlarımızı da, düşmanlarımızın aşama aşama uyguladıkları kem planlamalarını da teorik bazda çok güzel irdeleyebiliyoruz. Ama o kem planlar için herhangi bir coğrafyada düğmeye basıldığı zaman nedense rüzgara karşı tutunamayıp savrulmaya başlayan kurumuş ağaç yapraklarına dönüşüyoruz. Kısmen ve geçici-süreli Kudüs meselesi dışında yaşanan hiçbir sorun karşısında pratikte ortak bir pozisyon geliştiremiyoruz. Hatta Kudüs üzerinden lanetlemekte tereddüt etmediğimiz düşmanlarımızın argümanlarını birbirimize karşı kullanmayı maharet saymaya başlıyoruz.

Açıkçası İslam dünyası olarak yaşadığımız kendi iç çelişkilerimiz ile dışardan hedef gözetmeksizin hepimizi yakın markaja alan dış güçlerin saldırgan tutumu karşısında sergilememiz gereken pozisyon farklılıklarını tamamen ortadan kaldırarak bir nevi düşman namı hesabına kaleyi içten fethetmenin mutluluğuna kapılıyoruz. Yani bir anlık “Oh olsun!” fırsatını yakalamak için fikirlerimizle, konuşup yazdıklarımızla bizi de yakacak olan düşmana yaltaklık etmenin derdine düşüyoruz.

Hal böyle olunca ebedi düşman olarak bildiğimiz güç odakları, kendi hain planlarını gerçekleştirmek adına bizimmiş gibi görünen, aramızdaki ayrılıkları körüklemek için kendi imalatımız zannettiğimiz dışlayıcı, düşmanlaştırıcı sığ söylemlere sarılarak hedeflerine ulaşmanın kolay yollarını göstermiş oluyoruz.

İslam dünyası olarak çok sayıda iç sorunla boğuştuğumuz doğrudur.

Hak ve özgürlükler sorunumuz var.

Adalet ve hukuk sorunumuz var.

Ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlarımız var.

Daha da ötesi kimlik sorunumuz var.

Mezhep sorunumuz var.

Var da var!..

Hangi tarafa yönelirsen mutlaka sorunlarla karşılaşmak mümkün.

Kendi içimizde yaşadığımız bunca sorunların yanında bir de emperyalizmin bize yönelen baskı sorunları var.

Bir nevi aile içi sorunlarımız ile dışarıdan tüm aileyi hedefleyen sorunların varlığı gibi.

Dış tehditler vardır diye elbette iç sorunlardan feragat edecek değiliz. Ama iki ayrı sorun karşısında almamız gereken pozisyonun farklı olması gerektiğinin bilincini kaybetmiş durumdayız. İç ve dış sorunlarımızı konuşma, tartışma veya hesaplaşma zeminleri asla bir değildir, olmamalıdır.

Şu anda İslam dünyası olarak saplantı haline getirdiğimiz en büyük açmazımız tam da bu noktada nüksetmektedir. Hatta çoğu zaman “aile içi” farklılıklarımızı ve bunlardan kaynaklanan didişmelerimizi, müslümanca/mücahitçe naralar ata ata dış düşmanın müdahale aparatlarına dönüştürmenin sefilliğini yaşıyoruz.

İşte, Eizenkot`un göğsünü gere gere “Bundan sonra büyük Arap koalisyonuna katılacağız” demesinin ve bunu söylerken çoğumuza hakim olan hastalıklı “Müslümanca” gerekçeler serdetmesinin sırrı tam da burada yatmaktadır.

Bugün Batı ile arası iyi olmayan her ülke, camia, lider vs hedeftedir. Yerine göre darbeler, isyanlar, iç çatışmalar veya doğrudan işgal gibi yöntemler tercih edilmektedir. Herhangi bir yere odaklandıklarında kimimiz ateş püskürürken, kimimiz de “aile içi” gerekçeler öne sürerek dış müdahaleye alkış tutuyorsak, belki de Eizenkot`un gerekçeleri “Müslümanca” olmak yerine bizim gerekçeler “siyonistçe” olma ihtimali daha ağır basıyor olabilir.

Zannedersem bu karmaşanın içerisinden çıkmanın ilk adımı, “Gerekçelerin İslamileştirilmesi” sorununu aşmaya çalışmamızla mümkün hale gelebilecektir.