Türkiye`de ve dünyada değişik zamanlarda ortaya çıkıp sonu dolandırıcılıkla biten “Saadet zincirleri” kabaca şu şekilde tarif edilir:

Bilinmeyen bir kaynaktan çıkan, kişiden kişiye ve ondan da öteki kişilere olmak üzere pek çok yere para gönderilmesi ve pek çok yerden para alınması biçiminde oluşturulan gönderi zinciri ve buna bağlı yaşanan dolandırıcılık ya da yolsuzluklardır.

“Saadet zincirleri” denince hep maddi açıdan yaşanan ve sonu hüsranla biten zincirler akıllara gelir. Oysa epey zamandır Suudi-israil menşeli islam dünyasını kasıp kavuran bir “Saadet zinciri” yaşanmaktadır ki, bu mecrada yaşanan “Beyin vurgunları” ya da düşünsel iğfaller, kocaman bir nesli düşünsel dolandırıcılıkların esiri haline getirdi.

Suudi-israil`in kurduğu ve son yaşanan bazı gelişmelerle kıyısından köşesinden deşifre olmaya başlandığı “Suud-israil Saadet zinciri”, iki temel faktör üzerine kuruluydu:

Birincisi; İran/Şia yayılmacılığının arzettiği “büyük tehdit.”

İkincisi; Arap/Sünni dünyasının İran/Şia kaynaklı büyük bir tehditle karşı karşıya olduğu savı.

“Saadet zincirinin” epey bir zamandır işleyip geniş bir iştirakçi kitlesine kavuşması, İslam dünyasında bariz bir cepheleşmeyi beraberinde getirdi. Bu cephe coğrafyamızın kanayan yarası olan işgalci siyonizm sorununu, dış müdahaleleri, işgalleri, körüklenen iç çatışmaları, işleyen sömürü çarkını büyük oranda unutturarak kadim düşmanlıkları dar mezhepçi kalıplara hapsetmesiyle temeyyüz etti.

“Saadet zinciri” yıllardır Ortadoğu`da yaşanan her gelişmeyi, çıkan her fitneyi, yayılmacılık özelliği gösteren her türlü icraatı İran/Şia üzerinden okuyarak büyük kazançlar vadederken, bugün geldiğimiz noktanın israil`in fiili anlamda değilse de düşünsel anlamda Arap dünyasının tüm önemli merkezlerine hakim olmak suretiyle karşımıza çıkmış olması, yediğimiz kazıkların niteliğini göstermesi açısından üzerinde düşünülmeye değer nitelikler taşımaktadır.

Bu dönem zarfında islam dünyasına fitne amaçlı petro-dolar karışımı mezhepçi söylemler pompalamaktan başka hiçbir siyasi/ideolojik işlevi olmayan Suud hanedanının esrarengiz bir biçimde siyasi liderlik rolüne soyunup tüm Arap/İslam aleminin liderliğine soyunması, kraliyet gelenekleriyle bağdaşır bir durum değildi. Oysa kraliyet kendi kalıbının dışına çıkarak salt ekonomik liderlik değil bu kez siyasi liderlik rolüne de soyunmuş ve Tel Aviv bağlantılı kurulan “Saadet zincirinin” önemli bir ortağı haline gelmişti. Normalde Tel Aviv`le yakınlaşıp strateji dayatan hiçbir güç İslam dünyasını etkileme kabiliyetini gösteremezken, krallık bu kalıbı da yıkarak bu kez “önemli başarılara” imza atmayı becerdi.

 

“İran Yayılmacılığı” İddiaları israil`i Meşru Kılmaya Yeter mi?

Tüm tezler “İran/Şia karşıtlığı” üzerine kuruluydu ve “Arap/Sünni” kimliğinin kotarılmasını vadediyordu. Bu vaad epey tuttu. Öyle ki daha işin başında kurulan “Saadet zincirinin” niteliğine değinen, krallığın içerisine girdiği ihaneti irdeleyip bu durumun işgalci rejimi meşruiyet zeminine taşımaya çalıştığını söyleyen herkes peşinen “Saadet zincirinin” paradigma haline getirdiği sığ klişelerle linç edilmeye çalışıldı. “İrancılık, Şiicilik vs” gibi klişeler Suudi-israil saadet zincirine değinen herkesin başında “Demokles kılıcı” gibi sallandırılarak susturulmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. “Saadet zincirinin” fırtınaya dönüştüğü anlarda bile Suud-israil gizli görüşmelerine değinmek, israil`le girdiği kirli ilişkileri eleştirmek suç sayılarak İran-Şia kavramlarıyla karşı saldırı tekniği devreye sokuldu.

Elbette bölgede karmaşık bir süreç yaşanıyordu ve her bölge ülkesinin tartışmalı pozisyonları sözkonusuydu. Bu açıdan herhangi bir bölge ülkesi gibi İran`ın da bazı politikaları sert şekilde eleştiriliyordu. Kaldı ki bu da normal bir durumdu. Ancak hiçbir ülkenin eleştirel-tartışmalı herhangi bir pozisyonu israil`i meşrulaştırma gayesi güden cinayetkar politikalarla eşdeğer değildi, olamazdı. Neticede İran veya Şia yayılmacılığı iddiaları ayrı bir konuydu ve bunu tartışma mecrası Suudi`nin israil`i meşrulaştırma serüveninden bağımsız  olarak ele almak gerekirken İran eleştirisi israil`i meşruiyet zeminine taşımanın aracı olarak tedavüle sokulmuştu.

Nitekim ilginçlikler, garabetler birbirini izlemeye devam ediyordu.

İsrail`le girilen halvetin bir sonucu olarak Suudi krallığı Mısır`da iktidara gelen İhvan`ın ipini çekip darbeyi finanse ederken İslam dünyasından Suudi`ye yönelen tepkiler “Dumansız hava sahasını” ihlal eden garibanın sigarasına yönelen tepkinin bile gerisinde kalıyordu.

Krallık israil`le yürüttüğü gizli görüşmeleri sonuçlandırıp “Mutabakat metni” bile imzalarken aynı dönemde İhvan`ı bu kez “Terör örgütü” kapsamına almasına yönelik İslam dünyasının gösterdiği herhangi bir kurumsal tepki asla söz konusu olmadı.

.Neticede dalga dalga yükselen bir “İran tehlikesi” sözkonusuydu. Tahran`a yönelen kurumsal tepkiler, Suudi`nin ne İhvan tavrını, ne de israil`le imzaladığı şeytani mütabakat metnini görecek durumda değildi. Hatta dış basında maddeler halinde yayınlanan ve “Kılıç dansıyla” başlayıp bugün Katar, Kudüs, Gazze üzerinde yıkıcı etkileri yaşanan mütabakat metni İslami mecmualarda haber değeri bile taşımaya layık görülmedi.

“Entarili müzekkerlerin” dansöz niyetine Trump`a takdim edildiği şok sahnelerin çok ciddi eleştirilere konu olmaması, saadet zincirinin dayanıklılık testinin bir başka başarısı olarak önümüze çıkmaktaydı.

Hamas`ın krallık tarafından “Terör örgütü” olarak ilan edilmesine verilen tepkiler bile dağınık eleştiri biçiminden öteye gitmeyi başaramadı.

Hizbullah eleştirisini bir tarafa bırakalım, Suud fetva makamının “israil`le savaşmanın haram olduğu” fetvası ve israil`le işbirliği yapılmasının caizliği konusu keza sinek vızıltısını geçemeyen eleştirilerin gölgesinde kaldı.

Üstelik bununla da yetinilmedi. Bölgesel gelişmeleri okumamızı hedefleyen “Saadet zinciri” kaynaklı söylemler koca koca ulema ve meşayih söylemlerine dönüştürülerek “kutsal İslami söylemler” haline dönüştürüldü.

Arap başkentlerinde israil tüm çıplaklığıyla meşrulaştırılmaya çalışılırken meşayıhın, ulemanın, münevverlerin dilinden dökülen siyasi fetvalar, buyurgan islami söylemler şeklinde önümüze sürülerek kabul ile küfür arasında zorunlu tercih dayatması yapılmaktaydı.

Nasıl bir “Saadet zinciri” oluşmuştu ki, yayılmacı olan, kötü olan, engellenmesi gereken İran söylemleri rekora koşarken israil`le gizli mütabakat, İhvan ve Hamas`ın terör listesine alınması, israil`le savaşılmasının haramlığı gibi şeytani uygulamalar derli toplu hiçbir tepki bile çekmemekteydi.

İşin aslı siyonist şeflerden Moşe Yalon`un şu sözünde gizliydi: “Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cubeyir`in bizim İbranice söylediklerimizi, Arapça olarak söylüyor olması bir tesadüf değil. İsrail`in yok edilmesini isteyen İran, Suudi Arabistan`ı da tehdit ettiği için ‘ortak düşman` sayılmaktadır.”

Bir başka “veciz söz” de İsrail Enerji Bakanı Steinitz`e ait: “Suudi Arabistan ile ülkem, İran`a karşı ortak endişeler taşıyor. Bu nedenle gizli iletişim kuruyorlar.”

Açıkçası “Saadet zinciri” şu şekilde işliyordu:

Stratejiler Tel Aviv-Washington hattında belirleniyor, siyonist medya ve şefleri bunu söylem bazında formüle edip Riyad`a şutluyorlardı. Riyad`da Arapça`ya çevrilmek suretiyle “Boy abdesti” aldırılan İbranice metinler, Petro-Dolarlarla süslenerek malum mecralar üzerinden İslami söylem pazarında “Hayırseverlerin” önüne sunuluyordu. Sonrası malum… İslami söylem haline getirilen bu strateji fikir dağarcığımızın siyasal sermayesine dönüşüyordu.

Ta ki “Saadet zincirinin” anayasası sayılabilecek giz mütabakat metni tam olarak deşifre olmasına ve tepkilere neden olan gereklerinin ortaya çıkmasına kadar.

İsterseniz o gizli mütabakata birlikte göz atalım:

-          En önce Araplar ve İsrail arasında barışı gerçekleştirmek.

-          İran`daki siyasi sistemi değişime uğratmak.

-          Körfez İşbirliği Konseyi`nde birliği sağlamak, çatlak ses bırakmamak.

-          Yemen`e barış getirmek ve Aden limanını bir an önce işlerliğe kavuşturmak. Böylece Körfez`deki istihdam demografisini dengelemek.

-          ABD ve Avrupa`nın yardımıyla bir Arap Gücü kurup Körfezi ve Arap topraklarını istikrarlı bir güvenliğe kavuşturmak.

-          İslami prensiplerle uyumlu bir demokrasi anlayışını Arap dünyasında ivedi bir şekilde yerleştirmek.

-          Ortadoğu`da barışçıl yollarla büyük bir Kürdistan kurulması için çalışmak. Böylece bölgeye ilişkin Türk, İran ve Irak`ın duyduğu hevesi kursaklarında bırakmak.

 

Mütabakat metninin maddelerine odaklanınca bugünkü Kudüs meselesinden Katar`ın durumuna, Yemen`i ateşe vermekten Riyad merkezli “İslam Ordusu”nun kurulmasına, Veliaht Selman`ın “Ilımlı İslam” projesinden Güney Kürdistan`ın zamansız bağımsızlık çıkışıyla oyuna getirilmesine kadar neredeyse tüm maddeler bir şekilde sahnelenerek israil terörünün selameti için çabalar sarfedildiği görülmektedir.

 

Hatta “Saadet zinciri” o kadar sağlam kurulmuş ki, Trump`ın Kudüs komplosuna verilen tepkilerin yüzde biri bile komplo ortağı Suud hanedanının ihanetine verilmiş değildir.

 

Bu durum, “Saadet zincirinin” etki gücünü ortaya koyduğu kadar, İslam dünyasının bu süre zarfında ne denli bir fikirsel iğfale maruz kaldığının, yaşanan beyin vurgunlarının boyutlarının ne denli büyük oranlara tekabül ettiğinin bir göstergesidir.