“Onurlu mücadele” denilerek Kürt halkına dayatılan, sokakları ateşe vererek açılan çukur ve barikatların geldiği nokta, kimilerinin literatüründe “Onur destanı” şeklinde yer bulacak mı bilemeyiz. Ama Kürt halkının bu travmayı kolay kolay hafızasından silemeyeceğini tahmin etmek güç olmasa gerek.

“Devrimci halk savaşı” ütopyasının “onur” kılıfına sokulmasıyla yapılmak istenen dayatma, Sur`un yıkık sokaklarında sıraya dizilen çıplak görüntülerle ne kadar hazin bir noktaya taşındığını herkes gördü. Aslında görülen, sadece “Özgürlük” teranelerinin ardına gizlenmiş ütopik yaklaşımların iflası değildi. Halka rağmen ve halk adına girişilen örgütsel çıkarların günü geldiğinde “düşmanlarından” bile eman dileyecek kadar bir gerçeğe bürünmesi ve tüm “çıplaklığıyla” ortaya çıkmasıydı.

26 Aralık 2015`te DTK toplantısında konuşan kerameti kendinden menkul “Eş başkan” sıfatlı meşhur zat, dışarılardan aldığı gazın kendisinde oluşturduğu firavuni kibirle şu açıklamayı yapıyordu:

“Kürt halkı, nasıl yaşamak istediğine kendisi karar verecek. Denilebilir ki bedeli çok ağır olacak. Ne yapalım? Bedeli çok ağır olacak diye onurumuzu mu yitirelim?!” 

Henüz “Çukur siyasetinin” ilk evresiydi. Halka rağmen halkın evlerinin önüne, burunlarının dibine kazılan çukurların, çukurlara gömülen tonlarca patlayıcının  kendisinde oluşturduğu “Devrimci Özgüven”, firavuni kibri tetiklemiş olsa da, “Eşbaşkan” sıfatlı zat kendisinden gayet emindi: “Onurumuzu mu yitirelim?!”

Firavuni kibrin eseri olmalıydı ki, her hafta, her gün, her saat kocaman “Serhildan” çağrıları yapıldı. En az kazılan çukur sayısı, kurulan barikat adedi kadar “Serhildan” çağrıları yapıldı, ama nafile!

Koskoca “Eşbaşkanlar”, yılların “Gerilla komutanları”, saçı başı ağarmış yılların “yıllanmış siyasetçileri”, bir türlü halkı harekete geçiremediler. Uğruna çukur kazılan, zorla “özgürleştirilmek” istenen o halk, nedense karşılık vermemekle kalmıyor, bilakis fantastik canavarlardan koşar adımlarla kaçıyordu. Yolunu bulan “Öz yönetim” dışındaki alanlarda soluğu alıyordu. Ne oluyordu bu halka? Çağrılar bitmek nedir bilmeyince ve “Devrimci beklenti” de bir türlü karşılanamayınca bir tek ihtimal kalıyordu: Bu halk hain!

Oysa öyle değildi. Kürt halkı belki nasıl yaşamak istediğine karar vermemişti, ama nasıl yaşamak istemediğinin kararını daha ilk günden vermişti; “Öz Yönetim`den kaçış!”

Hem de aç kalmak pahasına, açıkta kalmak pahasına, uzanacak bir yardım eline muhtaç olmak pahasına!

Halk belki “bilgin” düzeyinde değildi. Belki “Devrimci aşırma” ütopyalarını okumamıştı. Ama kazılan çukurların mahiyetini, kendileriyle beraber evlerini havaya uçuracak kadar yerleştirilen patlayıcıların oluşturduğu tehlikeyi, bunu yapanların zihin kodlarını iyi kavramıştı. Serseri takımından “Özgürlük savaşçısı” çıkamayacağını yaşayarak test etmişti.

Evet.. Kürt halkı nasıl yaşamak istediğine karar vermemişti, ama nasıl yaşamak istemeyeceğinin kararını daha ilk günden vermişti.

“Eş zevatların” kader belirleme girişimlerine karşı halkın kararı aslında şu idi:

“Nasıl yaşayacağımızın kararını siz veremezsiniz.”

Dahası, şunu demek istemişti: “Bunun Kürt halkının kararıyla bir ilgisi yoktur. Başkalarının gelecekle ilgili fantezilerini sırtlamak zorunda da değiliz!”

Bilumum “Eş zevatlar” ideolojik fantezilerini Kürt halkının sırtına bindirme arzusundaydı ve halk bunu biliyordu. “Eş zevatlar”, “Kürt halkının iradesi” derken aslında halk neyin kastedildiğini çok iyi anlıyordu;

“Eş zevatın” Rusya gezisi öncesi yaptığı açıklamadan dinleyelim:

“Bugün Kürtlerin küçümsediğiniz barikat, hendek dediğiniz şey darbeye karşı direniştir. Darbe yapılmıştır. Koalisyon kurulmasına Meclis`in açılmasına izin verilmemiştir. Toplum korkutulmuş, Ankara ve Suruç`ta katliamlar yapılmış, yeniden tek başına iktidar elde edilmiştir. Buna karşı toplum sessiz mi kalacak?”

Washington`dan Ankara dehlizlerine, CHP`sinden Paralel`ine kadar paylaşılan iktidar merkezli “ortak hissiyat”, “Kürt halkının kaderini belirleme” şeklinde formüle edilerek zavallı Kürdün sokağında kasırgaya dönüştürülmüştü.

Kürtler bunu yutmadı. Ortada kalan ise “Eş zevatın” “Onurumuz” dediği meçhul taktikler idi. İşte o meçhul taktik, Sur`un yıkık sokaklarında “Tüm çıplaklığıyla” objektiflere yansımış oldu.

İş “onura” bindirilince ister istemez şu tarihsel replik akıllara geliyor:

“Ebu Süfyan! Senin onurun nerede?”

“Benim onurum develerin sırtında!”

Ebu Süfyan için onur ticaret mallarıydı ve kendi güttüğü develerinin sırtındaydı.

Biliyorum, o çıplak fotolardan utanmayacaklar. Acaba başka güç odakları hesabına Kürtlere dayatılan malum zatların onurları neydi ve nerede kaldı? Hangi karanlık odağın devesinin sırtında kaldı?!

Şimdi sorma zamanı… Hesap alma zamanı!

Kimlerin hissiyatına tercüman olmak için yıkım projesinin taşeronluğuna soyundunuz?

Hangi karanlık odaklara iktidar yolu açmak için Kürtleri kurban seçtiniz?

Ve Kürt halkı… Şimdi düşünme zamanı!

Nerede yanlış yaptık ki, bu yanlışın bedelini yıkımla, talanla ödemek zorunda kaldık?!

Yanlışların öyle berbat bir huyu vardır ki, ders alınmadıkça tekrar tekrar kapını çalar. Kurtulamazsınız!