Sene-i devriyesi münasebetiyle 6-8 Ekim vahşeti, gerek Ankara`da görülen dava, gerekse Yasin Börü ve arkadaşlarını anma etkinlikleri vesilesiyle bir kez daha gündeme oturdu.

İtiraf etmek gerekirse vahşetin yıldönümünde katliama verilen tepki, katliamın yaşandığı günlere nazaran daha kapsamlı haldeydi. Bunda, bozulan “Çözüm sürecinin” etkisi en önemli faktördü!

“Çözüm sürecini”, ilkesel olarak arzu edilen ve desteklenen; Pratikte ise bir cinnet halini ifade eden tipik bir kavram olarak betimlemek mümkündür. “Çözüm sürecini” gidişatı itibariyle süreç içerisinde eleştirmek ateşten gömlekti. Ancak bugün itiraf mahiyetinde bürokratik kademeleri suçlamak pahasına bizzat mimarlarının dahi yoğun eleştirilere yönelmesi, sanırım zamanında yapılmış eleştirileri daha da kıymetlendirmiştir.

Çözüm süreci denince herkesin ilk aklına gelen şeyler farklılaşabilir. Kimisine göre “örgütün ihaneti”, kimisine göre örgütün her tarafı cephaneliklerle doldurması, kimisine göre ise “devletin adım atmaması” şeklinde olabilir.

Bizim aklımıza ilk gelen ise 6-8 Ekim vahşeti, Yasin BÖRÜ ve arkadaşlarının hunharca katledilmesi, 27 Aralık Cizre komplosu gibi, devlet desteğini arkasına alan azgın tayfanın giriştiği yok etmeye dönük azgınlıklardır.

6-8 Ekim`de taşeron örgüt her ne kadar icracı vasfıyla vahşet tablolarının yaşanmasına yol açtıysa da aslında katil sadece örgütten ibaret değildi. “Her yeri Kobani`ye çevirin” talimatıyla her ne kadar son işaret fişeğini atan kişi “Sazcıoğulları kabilesinin” Eş Kâhyası ise de tek katil o da değildi.

İsterseniz biraz geriye, vahşetin yaşandığı ilk günlere gidelim.

Aslında her şey İmralı`da pişirilmiş, senaryo burada şekillenmişti. Kobani ve IŞİD üzerinden haftalarca yürütülen kampanya, İslâmi tüm kişi, kurum ve kuruluşlara karşı öfke kampanyasına dönüştürülerek linç için psikolojik zemin hazırlanmıştı. Ada`da hazırlanan senaryo, “5 EKİM” günü başlıyordu. Ada`ya giden Mehmet Öcalan, dönüşte ayrı bir heyecanla karşılanıyor, herkes, Museylemet`ül Kezzap`tan gelecek kutsal mesajlara pür dikkat odaklanıyordu: 

Mehmet Öcalan, MİT gözetiminde yapılan görüşmeden sonra aldığı “buyrukları” şu şekilde paylaşıyordu:

“Kobani`deki insanlarımız sonuna kadar direnecekler. IŞİD`in olduğu yerde ve Kürtlerin yaşadığı bölgede nerede bir IŞİD varsa sonuna kadar direnilecek. Sonuna kadar direneceğiz. IŞİD`e hiçbir taviz verilmeyecek…”

Önderlik görevini yapmış, MİT gözlemcisi“Sayın Yetkili” nezaretinde putperestlerine gereken talimatı vererek mensubu olduğu “Milli kuruma” sadakatini göstermişti.

Artık müridler ve teşkilatlarda üst görevlere gelmiş mürid kılıklı kripto istihbaratçılar “Önderlik mesajlarının” gereklerini nerede, nasıl yapacaklarının mütalaasını yapacaklardı.

Dikkat edin, aynı gün, yani 5 Ekim günü Suriye halkının deyimiyle Kafır Salo, namı diğer Salih Müslim, “Kim ne yapacaksa şu anda yapsın. Halkımız her tarafta ayağa kalksın” açıklamasıyla tüm medya yelpazelerinde günün konu mankeni haline getiriliyordu. Aynı günün akşamı tez elden çakal takımı sokaklara inmiş, düşük yoğunluklu “Kobani protestoları” başlamıştı bile. Kobani üzerinden yükselen IŞİD zırvaları güzellemelere dönüştürülerek siyasette, medyada, hatta magazin dünyasında bile karşılık bulurken bir sonraki gün, yani 6 EKİM günü HDP, “Tanrısal buyruklar” konulu toplantısı henüz bitmemişken “Acil” koduyla çakal sürüsüne şu mesajı yolluyordu:

“Kobani`de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobani`ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz.”

HDP`nin “Tanrısal buyruklardan” bir gün sonrasına sarkan bu mesajının toplantının ortasında “Acil” koduyla yayınlanması, aslında kapsamlı saldırganlık için gereken hazırlıkların, planlamaların tamamlandığının ilanıydı. Hazırlıklar tamamlanmış, saldırılacak hedefler belirlenmiş ve dağ kadrosundan yeteri kadar eleman sevkiyatı yapılarak saldırı talimatı verilmiş olunuyordu.

Katil sadece S.Demirtaş mı?

Kürdistan coğrafyası, emsaline rastlanmayan bir vahşete tanıklık etmişti. Mürted örgütün toplu olarak saldırmasıyla kolluk gücünün toplu olarak sokaklardan çekilmesi eş zamanlı gerçekleşmiş, “Çözüm sürecinde” başlayan dostluk, vahşette inanılmaz bir dayanışma örnekliğine dönüşmüştü. Vahşet, devlet ile örgüt arasında müthiş bir dayanışmaya sahne olmuş, ortaya çıkan kabarık fatura ise sahibini arar olmuştu. Devlette, bilhassa hükümet ve Çözümcü kanatta ilk günlerde olağan dışı bir sessizlik yaşandı. Ardından da vahşetin fatura edildiği S.Demirtaş işaret edilerek “İşte Katil” denmeye başlandı.

Evet, S.Demirtaş sıralı katillerden biriydi, ama tek katil değildi. Ancak hemen öncesinde Amerika`ya götürülüp vaftizden geçirilmiş olmasını hükümet kabullenemedi ve resmi ağızlar hep birlikte onu işaret etmeye başlamışlardı.

Vahşetin senaryosu Ada`da yazılmış, içerdeki Öcalan tarafından dışarıdaki Öcalan`a iletilerek gereğinin yapılması hususunda dışarıdakilere emirname çıkarılmıştı.

Şimdi Soralım;

Öcalan bu senaryoyu kimlerle hazırladı? Ada`da Öcalan`ı sevk-idare-kontrol edenler kimlerdi?

Öcalan`la görüşmelerde mutlaka hazır vaziyette bekleyen Öcalan`ın klasik deyimiyle “Sayın Yetkili”, Mehmet Öcalan`a talimat verilirken ne yapıyordu?

Büyük kalkışma için günler öncesinden şehir merkezlerine dağdan silahlı eleman takviyesi yapılırken devlet-hükümet-kolluk-istihbarat ne yapıyordu?

Eylemlerin yoğunlaştığı anda kolluk kuvvetlerinin sokaklardan çekilmesi tesadüf müydü?

Evi, işyeri, arabası yakılan; ölümlerle burun buruna gelen insanlar kolluk kuvvetlerini aradıklarında telefonların öbür ucundaki görevlilerin alayvari sözleriyle karşılaşmaları sıradan bir durum muydu?

Oluşan devasa yıkımlara, yaşanan vahşetlere rağmen bir ilin valisinin utanmadan “Polis sokağa çıksaydı şehit verirdik” açıklaması ne anlama geliyordu?

Şuraya varmak istiyorum. Dört dörtlük bir devlet-örgüt ortak komplosu olan devasa bir vahşi kalkışmayı sadece “Sazcıoğulları kabilesi” kâhyasına yüklemek mümkün görünmüyordu.

Şunu düşünelim; Örgüt, devletin herhangi bir kurumuna saldıracak. Haber alınmasına rağmen sorumlu vali diyecek ki “Polis falan göndermem. Polisi gönderirsem şehit verebilirim.” Ne olacak biliyor musunuz? O valinin kuyruğuna teneke bağlayacaklar. Oysa 6-8 Ekim vahşetini konağından seyretmeyi yeğleyen vali, kınanmadığı gibi kuyruğuna teneke falan da bağlanmadı.

Açıkçası 6-8 Ekim vahşetinde örgütle işbirliği yapan bürokrasi kademesinin kirli çamaşırları henüz ortaya dökülmüş değil. Gizli kapaklı kalan çok şey henüz deşifre edilmiş değil. Diyeceksiniz ki, deşifre olursa neler olacak? Hiçbir şey olmayacak! Neticede deşifre olanları gördük ve hiçbir şey yapılmadı. Cizre örneği bunun en canlı şahidi olarak önümüzde duruyor.

Cizre komplosunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak o komplo önemli oranda deşifre oldu ve baş mimarı da dönemin Şırnak valisi Hasan İpek`ten başkası değildi.

Bir vali düşünün ki, tekin olmayan bir ortamda özel araçla, güvenlik falan olmadan Şırnak`tan Cizre`ye gizlice geliyor, burada Faysal Sarıyıldız ve KCK üst düzey sorumlularıyla esrarengiz görüşmeler yapıp yine tek başına geri dönüyor. Ardından da silahlı yüzlerce militanın açıkça taşındığı Cizre`de dindar insanların evleri kuşatılarak imha edilmeye çalışılıyordu. Vali mi? Sekiz saat süren kuşatma ve çatışmalardan sonra ancak onbirinci saatte olayları duyabiliyormuşmuş!

Sorarım size, bunu kanıtlamak resmi kanallardan dahi mümkün iken hükümet o valiye hesap sordu mu? Hayır!

Hatta vali o kadar “centilmen” çıktı ki, kendisi hakkındaki gerçekleri inkâr etmediği gibi, o haberleri yapan medya organlarındaki muhabirleri işten attırmak için yine hükümetteki kanallarıyla medya kuruluşları üzerinde baskı kurma yoluna bile gitti.

Daha beterini söyleyeyim. Dağdan getirtilen yüzlerce silahlı militanla dindar insanların evleri kuşatılmış, tamamen yok etmeye dönük saldırılar gerçekleştirilmiş, mucize eseri o insanlar imha edilmekten kurtulmuşken o günlerde Başbakan A.Davutoğlu`nun danışmanlarından biri, kendince yüz karası olacak nitelikte ifadeler kullanmaktan çekinmemişti.

Bir gazetede yazı kaleme alan ve halen de Davutoğlu`nun danışmanlık görevini sürdüren H.E., devlet-örgüt dayanışmasıyla ailelerin yok edilmek istenmesine tepki verdiği ve bazı haklı eleştirilerde bulunduğu için Hüda Par`ı “olaylardan rant devşirmekle” suçlayacak kadar alçalmayı tercih etmişti.

Başbakan`ın danışmanı bu tür hezeyanlarda bulunabiliyorsa, Şırnak valisinin sınır tanımadığı pervasızlıkta sahip olduğu özgüvenin kaynağını yeniden sorgulamak lazım geldiğini anlamak gerekir herhalde.

Sözün özü şu ki;

Çözüm sürecinin bir ürünü olarak 6-8 Ekim vahşetinin sene-i devriyesinde bulunuyoruz. Devlet-örgüt dayanışmasının yaşattığı vahşetin sembolü olarak Yasin Börü ve arkadaşlarının katillerinin yargılandığı dava, vahşetin yıldönümüne denk geldi. Katliamda yer alan çakal sürüsünden kimileri yargılanıyor. Bu şekliyle adalet tecelli etmez, velev ki yargılananların tümü idamlık cezalar alsa bile.

Yargılanan çakal sürüsü, sıralı katiller zincirinin son halkası. Ne ilk halkalar, ne ortadaki halkalar sanık listesine bile alınmış değil. Devlet erkânı bile herkes gibi baş katil olarak S.Demirtaş`ı işaret etse de, onun hakkında bile dava açılmış değil. Kaldı ki vahşetin yaşanmasına ortak olan, zemin hazırlayan, doğrudan veya dolaylı destek sunan hiçbir devlet görevlisinin sanık sandalyesine oturtulmamış olması, yargı davasının peşin fiyaskosu niteliğindedir.

Gerek hükümet cenahında, gerek bürokrasi, istihbarat ve kolluk kanadında yer alan “Çözümcü” kanattan çok önemli simalar, hatta klikler kesinlikle 6-8 Ekim vahşetinin baş mimarlarındandır.

En az üzerinde ittifak edilen “Katil Demirtaş” kadar suçludurlar, suç ortağıdırlar. Vahşete katkı sunan siyasetçi, bürokrat, istihbaratçı, Emniyetçi vs, S.Demirtaş ile beraber sanık sandalyesine oturtulmadıkça 6-8 Ekim`deki kirli senaryonun iç yüzü aydınlanmaz. Adalet ise asla tecelli etmez.

Hiç kimse, şu anda süren çatışma sürecinin arkasına sığınarak dün işbirliği yaptığı PKK`ye Yasin Börü üzerinden salvolarda bulunarak kendini temize çıkarmasın.

En az S.Demirtaş kadar, en az Demirtaş`ın çakal sürüsü kadar suçlusunuz.

Hatta “Çözümcü kanadın” bırakın 6-8 Ekim vahşetindeki rolünü, “Devlet-Millet kaynaşması” olarak özetlenen bir süreci, Kürt halkına karşı “Devlet-Örgüt kaynaşmasına” dönüştürerek bugün yaşanan çatışmalara bile peşinen yatırım yaptılar. Sırf bunun için bile kellelerinin alınması lazımdı. Oysa bugüne kadar hesap soran bir mekanizma henüz ortaya çıkmış değil.