Dünyadaki örnekleriyle karşılaştırıldığında Türkiye’de genel manada kabul görmüş özgün bir “İslamcılık anlayışı” var mıdır, doğrusu tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır.

Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber dayatmacı bir anlayışın ürünü olarak yürütülen “Muasır medeniyet” politikaları, bu paralelde ihdas edilen “Devrim kanunları”, uzun yıllar boyunca sürdürülen “cadı avları”, İslamcılığı ve İslami düşünceyi toplum için odak merkezi olmaktan çıkardı. Sonuç olarak İslam “Gericilik” ile eşdeğer tutulur hale getirilirken, İslami şahsiyetler ve temsil ettikleri akımlar kriminalize edilerek toplumsal teveccüh dalgasının dışına itildi.

Bilahare şahsiyetleriyle ve geride bıraktıkları eser veya akımlarıyla birlikte kriminalize edilen İslami kişilikler sonraki nesillere ancak nostaljik ölçülerde ulaşma imkanını bulabildi.

 

Demokrat Parti iktidarına kadar toplumsal hayatın tamamen dışına itilerek mahkum edilen İslami düşünce, iki kutuplu dünya düzeninin estirdiği “Soğuk Savaş” rüzgarlarının aparatlığında icra edeceği muhtemel rolü nedeniyle komadan uyandırılan yarım mevta niteliğine dönüşmüştü.

 

“Soğuk Savaş”ın dayattığı kutuplaşmış dünya düzeni, NATO’dan yana tercihini yapan Türkiye için dünya siyaset sahnesinde yeni bir konumlanma biçimini beraberinde getirmişti. “Komünizmle Mücadele”, bu sürecin en popüler ideolojik argümanı haline dönüştürülürken, komadan uyandırılıp rehabilite edilmiş haldeki “İslamcılık”, yeni ideolojik argümanın emrine amade olmaya hazır hale getirilmişti.

Süreç ilerledikçe “İslamcılık”, tek parti diktatörlüğünün şedid uygulamalarından intikam alırcasına gelişiyor, yayılıyor ve “Kurumlar” vasıtasıyla kök salmaya başlıyordu. Ancak yeni versiyon “İslamcılık” geliştikçe farklılıklarıyla da şaşırtıcı haller almaya başlıyordu. Gittikçe “Yerlileşen”, yerlileştikçe evrensel İslami müktesebatın etrafından dolanmaya çalışan, itikadını, ibadetini, ilmihalını İslam’dan; siyasal hedeflerini “Komünizmle Mücadele” aktörlerinin tüzüklerinden alan garip bir “Yeşil kuşak” olmaya doğru yol alıyordu.

 

Sonradan anlaşıldı ki; NATO, tüm karanlık yapılarıyla devreye girmiş ve “Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz” anlayışının “İslammi” versiyonunu tesis etmek suretiyle “İslamcılık” adına devreye girip yeni bir tarih yazmaya başlamıştı.

NATO ve yerleşik kurumlarının “İslamcılık” tasarımına karşı çıkan, biçilen kılığı reddeden, uzak duran İslami şahsiyet veya akımlar için ise değişen bir şey olmamıştı. Hatta biriktirilen etiketlere bu kez “Yeşil Komünistler” etiketi eklenerek sicilleri daha fazla kabarık hale getirilmişti.

Önce tek partinin “Muasır medeniyet” politikaları kapsamında dövülüp komalık edilen, sonrasında komadan uyandırılıp aparat niyetine kullanılan bir “İslamcılık pratiği” Türkiye’de diriltildi ki, kritik dönemeçlerde evrensel düşünce boyutundan sıyrılan, sağcı, sentezci ve her daim resmi politikalara stepne olmaya hazır bir tür kültürel gelenek haline dönüştürüldü. Daha da beteri, sağcı iktidarların gölgesinde İslamcılık adına şekillenen gelenek kalıcılaştırılarak her dönem eğilip bükülmeye hazır, küresel ve bölgesel çekişmeler karşısında gayri resmi roller kapmaya dünden razı olan, Kur’ani bakış açısını konjonktürel çalkantılara feda edebilen bir model peydahlandı ki, günümüzde bile oluşan etkinin her gün kendi rekorunu kırdığına şahit olmak mümkündür.

 

Günümüze bakarsak;

AK Parti iktidarıyla beraber “Türkiye İslamcılığının Serüveni” üzerine sıklıkla eleştirel değerlendirmelere rastlamak mümkündür. Eleştirilerin odağında ise “İslamcı çevreler” değil, çoğunlukla AK Parti iktidarı yer almaktadır. Ak Parti’nin iktidar olmasından kaynaklanan imkanlarının İslamcı çevreleri erozyona uğrattığı, hatta AK Parti’nin İslamcıları kandırarak koltuk ve imkanlarla İslamcıları sisteme entegre ettiği, bunun da bilinçli uygulanan politikalar olduğu şeklinde bolca yorumlara rastlamak mümkündür. Eleştiri sağanağında erozyona uğradığı söylenen İslamcılara ise çoğu zaman dokunulmamaktadır.

 

Yapılan bu eleştirilerin AK Parti iktidarına yüklenen kısmının haklılık oranına girmeyeceğim. Ancak “Türkiye İslamcılığının” yukarıda özetlenen geçmiş serüveni, eleştirel noktada aslan payının “İslamcılara” kesilmesini gerektirecek niteliktedir.

İslami düşünce, bağımsız ve toplumsal bir dinamizmi hedeflediği ölçüde gerçek rayında ilerleyebilir. Muhafazakar sağcılığın çoğunlukla “İslamcılık” olarak değerlendirildiği zemini terk etme niyetinde olmadığı anlaşılan “Türkiye İslamcılığının” AK Parti öncesinde de sağcı iktidarlara yamanarak hayatiyet bulma çabası bilinen gerçeklerdendir.

Açık konuşmak gerekirse “Türkiye İslamcılığı” şu anda kendini Recep Tayip Erdoğan’a endekslemiş durumdadır. Kaldı ki Recep Tayip Erdoğan, konumunu ve yönettiği ülkenin niteliklerini bir tarafa bırakırsak, içinden geldiği gelenek ve kişiliğinde taşıdığı fikriyat ile mevcut İslamcıların çokça ilerisindedir.

İçeride ve dışarıda, özellikle de İslam dünyasının genelinde baş döndürücü bir hızla gelişen hadiseler karşısında Türkiye İslamcılığının öncüleri sayılan çoğu kişi veya çevrenin, İslami çözüm bağlamında kamuoyunu cezbedip tatmin edebilecek doğru dürüst bir söylem dahi geliştirememektedirler. Çünkü çevrelerini dahi ikna edecekleri doğru dürüst bir müktesebata sahip değildirler.

Türkiye içerisinde Cumhuriyet tarihiyle eşdeğer nitelikte kronikleşmiş temel sorunların çözümü için “Türkiye İslamcılığının” ürettiği herhangi bir reçetenin olmayışı, “İslamcı çevreleri” daima resmi politikaların şartlara göre değişen politik manevralarını içselleştirmeye mahkum bırakmıştır. Bu tavır, kronik sorunlara çözüm üretmek bir tarafa, kalıcı bir söylem geliştirme yeteneğini dahi ellerinden almıştır.

 

Hal böyle olunca İslam dünyasını yiyip bitiren işgal, sömürü, iç kargaşa ve iç fitnelere karşı “Ümmet” anlayışını öncelemek yerine tarihte kalan ihtilaflı meseleleri, bunda rol almış tarihi şahsiyetleri, çözüm yerine daha fazla tefrika üretecek dramatik hadiseleri başvurulacak en büyük sermaye olarak önümüze koymaktadırlar.

Komadan uyandırılma sonrasında zihnine enjekte edilen virüsleri piyasaya sürerek daha fazla bulantı oluşturmayı marifet saymak ne yazık ki  “Türkiye İslamcılığı” için bir klasizme dönüşmüştür. Aynı klasizm, farklı hadiselerde farklı kılıflarla pazarlanıp “Romantizm” oluşturulmaya çalışılsa da klasizm olduğu gibi yerinde durmaktadır.