Müdahaleci dış güçlerin işgal ve doğrudan müdahale serüveni, işgal süreçlerinde yaşanan tıkanıklığın yol açtığı başarısızlık sonrası yeni bir aşamaya evrildi.

İlk nüvesini “Arap Baharı” ile müşahede ettiğimiz yeni müdahaleci süreç, her şeyden önce İslam dünyasındaki başarısız yönetimlerin yıllardır görmezden geldikleri iç sorunların bir türlü çözülmek istenmemesi üzerine inşa edildiği süreçler şeklinde karşımıza çıktı.

Başıbozukluğa, ekonomik sıkıntı ve yolsuzluklara, temel hakların hiçe sayılmasına karşı “Halk isyanları” olarak start verilen iç isyanlarda haklı talepler üzerine bina edilen yıkıcı isyan türleriyle İslam dünyası karşı karşıya kaldı.

Elbette haklı ve meşru taleplere karşı kitlelerin ömür boyu sessiz kalması düşünülemez. Fırsat doğduğu anda kitle psikolojisi kocaman bir öfke dalgasına dönüşebilmektedir. Ancak “Arap Baharı”nda karşımıza çıktığı şekliyle birçok yerde baş gösteren isyanların örgütlü bir organizasyondan uzak oluşu ve yönlendiricileriyle beraber somut taleplerin muğlaklığı, isyan dalgasının ardındaki gizemi sorgulamayı beraberinde getirdi.

Göstericileri kim veya kimler organize ediyor soruları çoğu zaman havada kalınca organizatör olarak sosyal medya, face veya twitter gösterildi ki, isyanların ardında ABD ve Batı başkentlerinden yükselen “Destek” açıklamaları, haksızlıklara karşı sokaklara taşan öfkenin daha adil bir düzen inşa etme iradesinden ziyade tamamen kaos ve düzensizliğin hakim olduğu bir ortam arzusunun ip uçları olarak ortaya çıkmaktaydı.

Daha dikkat çekici diğer bir nokta ise, İslam dünyasının kanını emen emperyal güçler yerelde yaşanan haksızlıkların birinci dereceden destekçileri veya müsebbipleri iken, sokakları esir alan öfke dalgasının emperyal güçleri teğet geçmesiydi. Nitekim kısmi olarak Tunus hariç, “Arap Baharı”nın uğradığı hiçbir ülke huzur yüzü görmedi. Şartlar daha da kötüleşerek birçok yerde eski standartlar bile mumla aranır hale dönüştü.

Bu şekilde adaletsizliklere karşı bastırılmış duygulara üfleyerek sokakları esir alma ve otoritesizliğin hakim olduğu keşmekeşliğe boğdurma, bir müdahale biçimi olarak şekilleniverdi.

Burada yerel yöneticilere düşen şey, yaşananlardan ders alarak kangrene dönüşen sorunlara neşter atmak ve çözüm noktasında irade göstermekti. Ancak çoğu yerde yaşananlardan dersler çıkarıldığını söylemek neredeyse imkansız. Hatta tam tersine her ülke kendi çapında “Milli güvenlik” kaygılarından hareketle daha güvenlikçi refleksler geliştirerek kaşımaya hazır sorunları halı altına süpürme yolunu tercih ettiler.

Diğer bir sorun ise, haklılık veya haksızlık durumuna aldırış etmeden emperyal odaklara doğrudan bağımlı her ülkede belli çıkar veya ideolojik grupların var oluşudur. Bu odaklar çeşitli araçlarla belli kesimleri kontrol edebilmekte ve gerektiğinde “Anarşist operasyonlar” için sahaya sürebilmektedirler.

Özetlemek gerekirse;

1-Kötü yönetim ve yol açtığı adaletsizliklerin sosyal patlamalara davetiye çıkarması,

2-Sosyal adaletsizlik ve toplumsal mağduriyetlerin suiistimal edilmeye hazır olması,

3-Haklı taleplerle sokaklara çıkma,

4-Haklı talepler üzerinden kitleleri sokaklara dökerek kaosu hedefleyen gizli organizatörlerin dümeni ele geçirmesi.

5-Her koşulda kaosa ayarlı çıkar gruplarıyla toplumsal yapıyı zehirleme arzusu taşıyan odaklar.

Haklı talepler üzerinden genelde karşımıza çıkan durum, mevcut sistemlere daha adil alternatifler üretmek yerine, hedef ülkelerin karıştırılarak iç çatışma süreçlerinin kalıcılaştırılması çabalarıdır. Böylece hedef ülkeler tüm enerjilerini, birikim ve sermayelerini iç çatışmalarda tüketecek, emperyal güçler de bunu keyifle izleyecekler.

 

“Arap Baharı” bu mantıkla yürütüldü. Sonuç itibariyle “Amerikan Baharı”na dönüştü. Şu sıralar gündemde olan “Bahar” ise daha başından beri “Amerikan Baharı” olduğunu gizleme gereği bile duymadı. Eski “Bahar” hala kış tadında etkisini sürdürüyor. Bakalım bu yeni “Bahar” nasıl bir seyir izleyecek?