12 Temmuz 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda bulunan 27 el bombası ile başlayan Ergenekon operasyonları, 1 Temmuz 2019’da verilen “Beraat” kararıyla nihayete erdi.

Yüzlerce operasyon, binlerce gözaltı ve tutuklamalar, yığınca belge, doküman, bombalar, kazılarla yer üstüne çıkan yer altındaki mühimmatlar, bunun sonucunda gelen yargılama süreçleri ve nihayet gelen topyekûn “Beraat” kararı…

Türkiye’de bir döneme damga vuran, siyaset-bürokrasi ilişkisini baştan sona değiştiren bu süreç, bir bütün olarak “FETÖ Kumpası”na indirgenerek noktalanmış oldu.

“Beraat” kararı, Ergenekon diye anılan sürecin kocaman bir yalan olduğu, bu süreçte hedef olan kişi ve kurumların doğal olarak mağdur edildiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Ergenekon sanıklarının ilk tepkileri de bu yönde olmuş, beraat kararının yaşanılan bunca mağduriyetleri karşılamaktan uzak olduğu yönünde olmuştur.

Türkiye’de yargı sistemi ve icra edilen hukuki süreçlerin sefalet boyutunda olduğunun herkesçe kabul görmesi, bu anlamda yargı kararlarının topyekûn suçlamalarda olduğu gibi, topyekûn beraatlarda da vicdanları paklamaya yetmediği herkesçe dillendirilmektedir. Ergenekon sürecine de bu perspektiften bakmak gerekmektedir.

Yargı süreci sonucunda ortaya çıkan durum, Ergenekon diye bir olgunun olmadığı, Ergenekon’la ilişkilendirilerek takibata alınanların bir bütün olarak mağdur edildiği, ultra tazminatlarla sanıkların mağduriyetleri bir nebze giderilmiş olsa da süreç içerisinde görevlerinden edilen, kahrından ölen veya intihar eden kimi sanıkların telafisi mümkün olmayacak mağduriyetlere uğratıldığı şeklinde bir sonuç ortaya çıkar. Konjonktürel ruhun etkisiyle de zaten serdedilen genel görüş bu yöndedir.

Bir olasılık daha var!

Kasım 2002’de Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte Ergenekon’la ifade edilen muayyen çevrede baş gösteren huysuzluğu çok iyi hatırlarız. O dönem “sivilleşme”den ve siyaset kurumunun gerçek anlamda “iktidar” olmasından bahsedilirken, vesayet alışkanlıkları kökleşmiş çevrelerden yükselen itirazlar ve huysuzluklar, giderek “Organize işler”e dönüşüyordu.

Başörtüsü yasaklarının kaldırılması girişimleri, 367 meselesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı seçilmek istenmesi gibi açmazların aşılması çabalarına karşı 28 Şubat ruhu ile askeri ve sivil görünümlü bürokratik oligarşiden yükselen aşırı itirazlar ve tehditler, gergin bir siyasi ortama kapı aralamaktaydı. Danıştay saldırısı, Zirve kitabevi cinayetleri, Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılar gibi olaylar, sanki vesayete davetiye çıkaran kendinden menkul kerametler gibiydi. Bir anda “Bindirilmiş kıtalarla” baş gösteren meşhur “Cumhuriyet mitingleri”, orduyu “Göreve” çağıran akademik gösteriler, 27 Nisan e-Muhtırası gibi kaosa endekli çıkışlar, giderek darbe tehlikesine işaret ediyordu.

Açıkçası siyasi hayat, kritik bir sürecin eşiğindeydi. Ya vesayetçi alışkanlık geriletilip normalleşmeye kapı aralanacaktı, ya da siyaset kurumu pes edip vesayetçi geleneğe teslim olacaktı. Tam da bu kritik eşikte Ümraniye’deki gecekonduda bulunan bombalarla başlayan operasyonel süreç, darbe tehlikesini bertaraf ettiği gibi, siyaset kurumunun da önünü açıverdi. Sonrası malumunuz… Harekat planları, darbe günlükleri, internet andıçları, Ayışığı, Sarıkız, Eldiven vs vs… Birbirini izlemeye başladı.

Yapılan ilk dalga operasyonlar, vesayet sisteminde önemli gedikler açmış, darbe hevesleriyle beraber darbe çağrıları da bıçak gibi kesilmişti. Ancak süreç ilerledikçe, tutuklamaların kapsamı genişletildikçe, kurunun yanında yaşın da yakılmaya çalışıldığı çığlıkları yükselmeye başladı. Zaman ilerledikçe operasyonların asıl amacından sapmaya başladığı, operasyonların suçluları aşarak farklı ajandalara yol açmaya başladığı görüşü kamuoyunda hakim olmaya başladı.

Artık hedef suçluyu bulmak değil, yerleşmek istenen makama nasıl yerleşileceğine odaklanmıştı. Neticede operasyonel öncülük FETÖ’deydi ve vesayetin geriletilmesiyle kazanılan kredibilite, “düşmana” benzeme çabalarına aktarılmaya başlanmıştı.

Ne olduysa bundan sonra oldu. Operasyonların ciddiyeti sorgulanmaya başlandı, suç unsuru aramak yerine kurumlara yerleşmenin hedeflendiği kanaati oluştu. Haklı bir zemin üzerinden başlayan süreç, örgütsel hırs uğruna berbat bir hal almaya başladı. Ergenekon’un biri, “Vesayet odağı” diye tasfiye edilirken, kurumsal temizlik yerine başka bir Ergenekon’a kapı aralanmıştı. Operasyonlar çığırından çıktı, yargı süreci sulandırılmaya terkedildi.

Evet, Ergenekon sürecinde kurunun yanında yaş da yandığı için sanıkların bir kısmı mağduriyet yaşadı. Gelen “Beraat” kararı ise topyekûn bir mağduriyet korosunun nağmelerine dönüştü.

Ergenekon tamamen hikâye ise, operasyonlara muhatap olan herkes suçsuz ise, o dönemde huysuzluklarını darbe tehdidine vardıran tayfa kimlerden oluşuyordu? Vesayet tehdidi ne oldu da bıçak gibi kesildi? Darbe günlükleri, harekât planları, dokümanlar, ses kayıtları, kazılarla ortaya çıkan mühimmatlar gulyabanilere mi aitti? Öncüleri, organizatörleri belli olan meşhur Cumhuriyet mitinglerini FETÖ mu organize etti? “Ordu Göreve” pankartlarını açan sözüm ona akademisyenler FETÖ elemanı mıydı? İlhan Selçuk, Özden Örnek, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Veli Küçük vs FETÖ elemanları mıydı? Yer altından çıkan silahların hepsi mi “Boru” idi?

 Mağduriyete yatan grup, bu soruları da cevaplasaydı bari!..

Operasyonların ana kumandasında FETÖ vardı. Burası doğru. Topyekûn beraatlarda sulandırma ustası yine FETÖ yer aldı. Bu da ilginç bir ayrıntı olarak burada dursun.