Bir; Türkiye’de Ak Parti iktidarının 2002 sonlarından günümüze kadar günahıyla sevabıyla icra ettiği fonksiyon;

İki; Başta Suriye, Irak, Yemen gibi ülkeler olmak üzere İslam dünyasının genelinde işgal, iç çatışmalar ve bunların yol açtığı fitne-fesad dalgasının Müslümanlar arasında sebebiyet verdiği holiganlaşma ve dalga dalga yayılan karamsarlık havası, dünyaya hükmeden “Fikir merkezleri”nden ve Türkiye’deki mümessillerinden şöyle bir ortak sesin yükselmesine neden oldu:

“Gelinen nokta, Siyasal İslam’ın iflasıdır!”

“Siyasal İslam kaybetti!”

“İslamcılar kaybetti!”  

Açıkça dillendirmeseler de içlerindeki gerçek duygu, “İslam kaybetti!” şeklindedir.

“İslam kaybetti” diyebilmek, kendilerine karşı bir tepkisellik oluşturacağından, “Siyasal İslam” kavramına sarılmayı tercih etmektedirler. Ancak çizdikleri portre, “İslam kaybetti” diye bangır bangır bağırmaktadır. Nitekim Müslüman gençliğin zihninde canlanan portre de bu şekilde olmalı ki, İslam dünyasının genelinde Müslümanlar arasında artan güvensizlik ve gençliğin İslam’dan duygusal kopuşunun önemli nedenlerinden bir tanesini de kanaatimce burada aramak gerekmektedir.

Bu noktada genelde temel bir alışkanlık olarak ortaya çıkan berbat sonuçları külliyen “İslam düşmanları”nın boynuna atarak Müslümanlar olarak işin içinden sıyrılırız. Oysa Müslümanlar olarak umutsuzluk tablosunun ortaya çıkmasındaki rolümüzü düşünmeme, sorgulatmama gibi çok agresif tavırlar geliştiririz. Geliştirdiğimiz bu agresif tavırlar, önce fikri planda, sonra da pratik hayatta “Müslüman toplum” tasavvurunu biçen makasın batılılardan sonraki ikinci ağzı haline gelmemize neden olmaktadır.

Bugün dünyanın en fazla bunalım yaşayan noktaları, çoğunlukla Müslümanların yaşadığı noktalardır. En zalimane kıyımlar Müslümanların yaşadığı diyarlarda cereyan etmektedir. Bu tür yerlere hem dışarıdan, hem de içerden müdahaleler yaşanmaktadır. Müdahalenin dışarıdan olan kısmının “İslam/Müslüman düşmanlığıyla” elbette bir illiyet bağı vardır. İçeriden gelen müdahaleler ise çoğunlukla Müslüman ya da “Müslüman görünümlü” aktörlerden sadır olmaktadır.

Kaf dağının ardındaki çatışmalı ülkeyi/ülkeleri düşünün! Her dinden, her milletten, her mezhepten, her ırktan aktörler müdahil oluyor. Müslümanlar da aynı şekilde müdahil konumunda.

Düşünün ki;

İslam’ın tüm sembollerini, tüm kavramlarını, tüm kutsallarını müdahale eyleminde sonuna kadar bayraklaştırıyorsun. Cihad, şehadet, infak, tevhid, tekbir vs vs… Ne varsa seferber ediyorsun. Sonuç olarak ortaya çıkan tablo üzerinde şu ortak kanı hasıl oluyor: “FİTNE!”

Çünkü sebepler kurgulanırken sen yoktun ortalıkta. Oyunu kuranlar, işleyiş kurallarını da önceden belirliyorlar. Oyunun kuruluş aşamasını görmedin. Oyun start alınca ortaya çıkan sonuçları ancak fark edebildin. Elinle ya da dilinle müdahale etme gereği duydun. İslami müktesebatınla müdahale etmek yerine, zahiri olarak “İslami” gördüğün aktörün yedeğinde kalmayı tercih ettin. Sen bu uğurda İslami hassasiyetleri bayraklaştırıp tavrını “İslami gereklilik” olarak pazarlarken, gölgesinde kaldığın aktörün müdahale gerekçesinin “İslami” olmadığını fark ettiğinde postun pazarda alıcıların beğenisine sunulmuş oluyor. Belki sana yazık olmadı, ama bayraklaştırdığın İslami söylem ve semboller, kullandığın Kur’ani gerekçeler… Kitlelerin gözünde itibar zedelemesini kendi ellerinle yaptın! Kendini İslam’la özdeşleştirdin, yaptığın her hareketi İslam’ın gereği diye haykırdın, yedeğinde kaldığın aktörün siyasi, ticari, milli, mezhebi vs vs her türlü emellerine İslami kılıf giydirdin. Sonuçta çıkan berbat tablo İslam’a fatura edildi.

Tabii ki sayende!..

İslam dedin, İslami çözüm dedin, oysa çözümsüzlüğün yeni bir halkası oluverdin. Sayende “İslam eşittir çözümsüzlük” siperinde yatan fikir militanlarına kamyonlar dolusu malzeme teslim ettin!

Ali Bulaç’ın kaleme aldığı şu satırlar hayli düşündürücü:

“Müslümanların İslam’a bakışı sorunlu olduğu için attıkları adımlar da sürekli yeni sorunlar üretiyor. İslam dünyası derin bir krizin içinden geçiyor. Krizden çıkabilmemiz için “din”le ilgili perspektifimizi değiştirmemiz lazım. İslam zannettiğimiz şey sorun çözmüyor aksine sorunun sebebi ve parçası oluyor ve din sorunlarımızı çözmüyorsa, bu zaaf ya dinden kaynaklanmaktadır veya bizim din anlayışımızdan.”

Katılmamak mümkün değil.

Belli bir ekolün tüm müktesebatını kullanarak müdahale ettiğin sorunu çözmek yerine o sorunun en berbat parçalarından birine dönüşüyorsan, hatta hesapta olmayan yeni sorunlara sebebiyet veriyorsan, burada iki ihtimal söz konusu olacaktır.

Ya sende sorun var, mensubu olduğun ekolün müktesebatını yanlış mecrada kullanıyorsun. Ya da mensubu olduğun ekol gerçekten sorunludur, müktesebatı sorunları çözmekten acizdir.

Herhalde sorunlara müdahil olanlar da, tribünlerden alkış tutanlar da, uzaktan seyretmekle yetinenler de ortak bir şekilde “Sorun İslam’da değil” demekten çekinmeyeceklerdir. O halde İslami söylemlerin gölgesinde kalmış olsa da sorunun parçalarından birine dönüşme halini sorgulamak herkesin kaçınılmaz görevi olmalıdır artık. Sorunun parçası haline geliş serüveninin beraberinde getirdiği sorunlu eylem, söylem, kavram, itham, duruş ve pozisyonda ısrar etmek, sorunun mensubu olunan ekole fatura edilmesini haklı kılacak tavırlar anlamına gelecektir ki, aklı başında hiçbir Müslümanın buna hakkı yoktur.

Ali Şeriati’nin şu sözleri bu bağlamda oldukça çarpıcı durmaktadır:

“Ey Sünniler, Ey Şiiler, Ey Selefiler!..

Görüyorum ki gruplara ayrılmış, Allah’ın ipi yerine kendi heva putlarınıza sarılmışsınız!

Ey aldanmışlar sürüsü!

Biz, kavmiyetçilik putuna karşı savaş verdik. Siz kavmiyetçiliği din ile süsleyerek mezhepçiliği ortaya çıkarmışsınız.”

Şeriati’nin bu sözü günümüz Müslümanlarının sorunlara yaklaşım metodolojisine ayna tutmakta, çoğu kesimler dağarcığındaki çarpık zihniyetin reklamını yapmak uğruna İslam’ın hakikatlerini makyaj malzemesi olarak kullanıp feda etmeye devam etmektedir.

 

Yakın geçmişte bir DEİZM tartışması yaşadık. Yeni nesil gençlik, artık sorun çözmeyen söylem-eylem çelişkisine dayalı çarpık “Din anlayışı”ndan hızla uzaklaşmakta… Alimlerimiz, şeyhlerimiz, aydınlarımız, siyasetçilerimiz… Bu noktada sorumluluk hayati önem taşımakta.

 

Yaşanan olumsuz tablonun mutlaka birden çok sebebi vardır. Güç yetirilemeyen sebepler bir tarafa, kendi içimizden sadır olan sorunlar azımsanmayacak durumdadır.