Daha önce Pompeo tarafından duyurusu yapılan ve hummalı hazırlıklarla başlayan “Varşova zirvesi” Avrupa Birliği’ndeki ağır topların muhalefeti nedeniyle fiyaskoyla sonuçlandı.

“İran karşıtı zirve”; Amerikalılar, siyonist rejim yetkilileri ve Amerikalıların umut bağladığı Suud-BAE eksenindeki krallıklar dışında üst düzey katılımdan yoksun bir şekilde başlayıp bitti.

Amerikalılar, ikna edemedikleri AB ülkelerinden üst düzey katılım sağlamak için zirvenin konu başlıklarını her ne kadar çeşitlendirme yoluna gittilerse de istediği sonucu almayı başaramadılar.

İran’da İslam devriminin 40.yılı etkinliklerine denk getirilen zirve, Boltongillerin “40.yılını göremeyecek” şovlarının gölgesinde kaldı.

Aslına bakılırsa malum Arap ülkelerinin öne sürülmesiyle düzenlenen İran temalı manevraların neredeyse tümü, İran’ı etkisizleştirme amacının ötesinde anlamlar barındırmaktadır. Hedeflenen ana gaye, İran fobisini köpürtmek suretiyle Arap ve İslam aleminde israil’in önünü açmak, var olan psikolojik bariyerleri yıkmak ve siyonist rejimi vazgeçilmez meşru bir bölge ülkesi haline getirmektir.

Trump’un elini Suud kraliyet ailesinin cebine atmak için Mississippi’deki mitingde Suudi kralına daha önce söylediğini belirttiği şöyle bir konuşması vardı: “Suudi Arabistan’ı koruyoruz, biz olmasak o koltukta iki hafta oturamazsın, o kadar çok paranız var, ordunuz için para harcayın.” Koltukları bile Amerikan korumasına muhtaç krallıkların kalkıp İran gibi bir ülkede rejim değiştirebileceklerine kimi “Müslüman çevreler” inansa da herhalde Trump inanmıyordur. Kaldı ki israil hiç inanmıyordur.

Son tahlilde İran, Arap ekseni için birinci derecede tehdit faktörü olarak ilan edilmek suretiyle israil ile işbirliği yapmaya zorlanmakta, Amerikalılar da kendi silah şirketleri için yağlı bir piyasa oluşturmaktadırlar.

Nitekim Varşova zirvesi de bu işlev zincirinin halkalarından bir tanesiydi. Belki de AB ülkeleri bunun bilincinde oldukları için İran’la anlamsız bir kriz yaşamaktan kaçınmak adına bu zirveye lakayd kalmayı tercih ettiler.

Zirveden yansıyan kimi enstantaneler, zaten amacın israil’in bölgesel meşruiyetini pekiştirmeye dönük manevralardan biri olduğunu göstermeye yetmekteydi.

Oturumların birinde Bahreyn Dışişleri Bakanı Ahmet El Halife’nin basına yansıyan görüntülü konuşması bu anlamda dönen dolaplara iyi bir örnek olsa gerek.

El Halife şu lafları sarfediyordu:

“Çocukluğumuzdan beri İsrail-Filistin ihtilafının en önemli sorun olduğunu, öyle ya da böyle bunun çözülmesi gerektiğini dillendiriyoruz. Ancak geldiğimiz noktada çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya olduğumuzu gördük. O da modern tarihimizin en tehlikeli meydan okuması olan İran İslam Cumhuriyeti'dir. Dolayısıyla halihazırda İran tehdidiyle mücadele Filistin davasından daha önemlidir… İsrail; Mısır ve Ürdün ile ihtilaflarını çözdüğü gibi diğer komşularıyla da sorunlarını çözmesi gerekir ki, böylece hep birlikte İran tehdidiyle mücadele edebilelim…"

“Halife hazretlerinin” bu açık sözlülüğü iki açıdan önemlidir.

Birincisi;

Arap ekseninin temel stratejisini özetleyen sözlerindeki asıl vurgu gerçekten “İran tehdidinin” vardığı boyut mudur, yoksa İran üzerinden israil’i meşrulaştırma fahişliği midir?

İkincisi;

Mantıklı İran eleştirileri geliştirmek yerine bölgesel çapta Müslüman kamuoyunu İran karşısında deli fişeğe dönüştürmeyi hedefleyen “İslam kılıflı” söylemlerin Arap ekseni stratejisiyle oluşturduğu ahenk dikkat çekici bir başka nokta oluşturmaktadır. İslami görünümlü kimi çevreler mi El Halife’nin sözcülüğünü yapmaktadır, yoksa El Halife hazretleri mi sözcülük makamını işgal etmektedir?!

Ya da Müslüman kamuoyunun zihin dünyasının Arap ekseni stratejisine peşkeş çekilmek istenmesindeki bu ahengi Körfez fonlarının kerametlerine mi bağlayalım?!