Akşam saatleri, belediye otobüsünde eve doğru gidiyorum. Oturduğum koltukta, pencereden dışarısını, gelip giden insanları izliyorum. Nedenini bilemediğim bir hüzün var içimde. Kalabalığa çıktığım zaman genelde öyle olur ruh halim. İnsanlara bakarak derin düşüncelere dalarım. Kendimi kalabalığın ortasında yapayalnız, bir yabancı gibi hissederim. Hatta çoğu defa bir suçluluk duygusuna kapılırım. Gözümün önündeki fotoğrafın olumsuz yansımalarının suçlularından biri de benim düşüncesine kapıldığım için.
Her neyse, oturduğum yerde, düşünceler anaforu içindeyken bu hafta Doğruhaber’in değerli okuyucuları için ne yazayım acaba diye tefekkür ediyorum. Bin bir konu geliyor aklıma… Çoğu siyasi konular… Kudüs işgalcisi terör rejimin mazlum Filistin halkına reva gördüğü zulümleri mi anlatsam, yoksa İran İslam Cumhuriyetinin Batılı ülkelerle olan nükleer müzakerelerini mi?
En iyisi Ukrayna’yı yazayım… Farklı bir perspektifle… Türkiye medyasının Rusya-Ukrayna savaşına yaklaşımı beni çok öfkelendiriyor. Tam bir sömürü toplumu mantığı… Kendi komşusu, din kardeşi olan ülkelere, halklara göstermediği ilgiyi, hassasiyeti bu savaşa gösteriyor Türkiye medyası. Aynı anda Filistin kan ağlıyor, Afganistan, Yemen açlıktan ölüyor; Irak huzursuzluk içinde geleceğini belirlemeye çalışıyor. Suriye bir dünya cehennemi… Ama Türk medyasının umurunda değil. Açlıktan ölen Afganlı, Yemenli, Sudanlı, Suriyeli, Somalili çocuklar duygulandırmıyor onları. Ama sarı saçlı çocukların hüzünlü bir bakışı gözyaşlarına boğuyor merhametli medyamızı. Gerçekten merhametliler mi? Yoksa Avrupalı efendilerine yaranma yarışı mı? Çocuk çocuktur, sarı saçlı, siyah saçlı, mavi veya yeşil gözlü olması onu ayrıcalıklı kılmamalı. Merhamet sahibi insan sarı saçlı çocuğa da esmer tenli çocuğa da ağlamalı.
Yok, yok boş ver, herkes Ukrayna’yı yazıyor. Peki, ne yazayım? Ekonomik sıkıntılar içinde boğuşan, zam furyası altında beli bükülen kitlelerin her geçen gün iktidara olan güven kaybının hayra alamet olmadığını yazıp karanlık tablolar mı çizsem… Kim dinler ki?
Yine dalıyorum, gözlerim kaldırımlarda koşuşturan insanlara takılıyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum; hey, nereye bu gidiş? İnsanlar öyle bir ciddiyetle günlük hayata sarılmışlar ki, sanki sonsuza kadar sürecek bir yaşam bekliyor onları… İç dünyama dönüyorum, ben de öyle değil miyim? Kısa süreli bir hayata, emanet bir hayata, bir rüya gibi gelip geçecek bir hayata, o hayatla ilgili endişelere, hayallere, arzu ve isteklere öyle bir kaptırmışız ki kendimizi… Başımız mezar tavanına çarpınca mı kendimize geleceğiz acaba…
Hüzün her tarafımı sarıyor, çocukluğuma gidiyorum. Çocukluğumdan bu yana tanıdığım, beraber olduğum, aynı ortamı paylaştığım akrabalarımı, dostlarımı, arkadaşlarımı düşünüyorum. Birçoğu yok şimdi. Dedem, ninem, falan teyzem ile falan halam, şu amcalarım, filan arkadaşım, çok sevdiğim filan dostum yok şimdi. Hepsi ölüp gitti. Sanki bir rüyadaydım, bir müddet rüyama girdiler, sonra çekip gittiler. Ben de bir rüyada değil miyim; ölünce uyanacağım bir rüya…
Hüzünlüyüm, hüzünlü düşünceler… Ne yazsam acaba? Ah şu kalabalık, ah şu insanlar! Beyinlerine girmek, zihinlerinde dolaşmak isterdim. Kim bilir ne arzular, ne istekler, ne hayaller, ne amaçlar, ne projeler cirit atıyor kafalarında… Ama acaba kaç kişi Allah’ı düşünüyor? Kaç kişi her an onu yakalayıp arzu ve hayallerinden koparabilecek ölümü düşünüp ondan sonrası için ne yapabilirim tefekkürü içinde? Kaç kişi ben kimim, nerden geldim, efendim, yaratıcım kim, burada ne işim var, nereye gideceğim sorularını soruyor kendine?..