Gazze’de ve diğer mukaddes Filistin topraklarında kahraman Müslüman savaşçılar destanlar yazıyorlar. Bir Filistinli mücahit iki yüz Siyonist Yahudi’ye bedel bir yiğitlik sergiliyor. Dünyadaki bütün şeytani güçlerin en modern silahlarla donattıkları Siyonist çeteye karşı kısıtlı imkânlarla savaşan Müslüman Filistin’in direnişçi, mücahit evlatları onlara kâbuslar yaşatıyor.

                Gazze cihadı sanki Bedir Savaşı. Her yönüyle Bedir savaşına benziyor. İman, aşk, cesaret, yiğitlik, ihlâs, sabır… Ve Gazze’nin aslanları da Bedir’in aslanları gibi! Filistin’in yiğit Müslümanları, İslam’ın mukaddesleri uğruna, mukaddes beldeler uğruna, İslam’ın ve Müslümanların en azılı düşmanlarıyla savaşan bu yiğitler ilk günden beri Allah’ın özel koruması altında. Yoksa hiçbir millet imkânsızlıklar içinde ve çepeçevre kuşatılmışken yetmiş yıl boyunca dünyanın süper güçlerinin, Batının ileri karakolu olan bir şeytani güce karşı direnemezdi. Bırakın direnmeyi, bu şeytani gücü yıkıma, yok oluşa sürükleyen süreci başlatamazdı. Burada Allah’ın özel bir yardımı, özel bir desteği var.

Filistin’in İslami direnişi, Gazze’nin İslami direnişi her zaman Allah tarafından desteklendi. Gaybi yardımlarla desteklendi. Filistin’in İslami direnişine yakından bakma imkânı bulan ferasetli gözler, bu direnişteki Rahman’ın ayetlerini görebilir. Gaybi yardımları görebilir. Bu her zaman böyle olmuştur. Daha önceki intifada ve kıyamlarda da, şimdiki destansı direnişte de Allah, Filistin’in kahraman evlatlarını yalnız bırakmamış, mucizevî yardımlarla onlara yardım etmiştir.

Ben daha önce Filistin, Gazze direnişi sırasında yaşanmış gerçek bir olayı İnzar Dergisi için öyküleştirmiştim. Gazze cihadının kutsiyetinin anlaşılmasına katkı sağlamak ve Allah’ın özel yardımlarının bu cihatla olduğunun anlaşılması adına, güncelliğine binaen bu ibret dolu, göğüs kabartan hadiseyi Doğruhaber okuyucuları için tekrar köşeme alıyorum. İşte İnzar Dergisinde yıllar önce yayınlanmış öyküm:

Adını Abdullah Malik olarak değiştirmiş Doktor Hans’la Londra’nın doğu yakasındaki varoşların birinde bulunan Müslümanlar kıraathanesinde buluştuk. Sarımsı sakalı yüzüne sempatik bir anlam vermişti. Hep gülümsüyordu. Davranışları cana yakın, içten ve ihlâs yüklüydü. Sonradan Müslüman olmuş Avrupalıların çoğunda ben bu cana yakınlığı, ihlâsı müşahede ettim. Bir ömür cehalet, şirk, küfür, zulüm, ahlaksızlık bataklığında boğulduktan sonra İslam’ı tanıyanların ona verdikleri değer, bizim gibi hazıra konanlardan çok daha farklı oluyor.

Karşılıklı sıcak çaylarımızı yudumlarken Doktor Hans’a nasıl ve niçin Müslüman olduğunu sordum. Her zaman yaptığı gibi gülümsedi.

--- Kanlı bir mendil Müslümanlığıma vesile oldu! Dedi.

Şaşırdım:

--- Nasıl yani?

--- İstersen anlatayım…

--- Çok mutlu olurum!

Doktor Hans birden duygulandı. Adeta ağlamaklı oldu. Derin bir iç geçirerek:

--- Ne zaman o günleri hatırlasam ağlamam gelir! Diye anlatmaya başladı. Aslında beni kurtaran ruhumdaki özgürlükçü duygulardı. Kişisel çıkarlara, dünya tapıcılığa, şehevi arzulara, bencilliğe dayalı ve sahibini katı kalplileştiren, zalimleştiren pis Avrupa ahlakına batık bir yaşamın sahibiydim. Ama özgürlükçülük duygularım ölmemişti. Zulme uğrayan halkların halini televizyonlarda izleyince içim parçalanır, onlara yardım etmek için dayanılmaz bir arzu duyardım. İran İslam Cumhuriyetinin aziz rehberi İmam Humeyni’nin meşhur bir sözü vardır:’’ Ey dünya özgürlükçüleri! Neredesiniz?’’ der. İşte ben de kendini o çağrıya muhatap kabul eden kişilerden biriydim.

Özgürlükçülük damarım beni Filistin’e kadar götürdü. Kendimi bir anda Filistin halkının acılarını dünyaya duyurmaya çalışan bir aktivist olarak buldum. Ne kadar güzel günlerdi o günler! Yiğit Filistinli gençlerle İsrail askerlerinin ciplerini taşa tutuyor, kendimizi tanklara siper ediyorduk.

Bir gün Gazze’de bir Hamas mensubunun evini ziyaret ettik. Çok yoksul bir evdi. Genç oğullarını şehit vermişlerdi. Yaşlı bir baba, İsrail bombardımanında her iki ayağını kaybetmiş, tekerlekli sandalyeye mahkûm yirmi yaşlarında bir genç kız ve evin bütün yükünü omuzlamış dul bir eş… Şehit Ahmet’in yirmi beş yaşındaki dul eşi Zeynep… Daha on sekiz yaşındayken dul kalmış. Ahmet’le evliliği birkaç ay sürmüş.

Bu şerefli aileye Hamas bakmaya çalışıyordu. Korkunç bir ambargonun varlığı altında…

Ben çok mutsuz, perişan, hayatlarından usanmış bir aileyle karşılaşacağımı sanıyordum. Lakin gördüğüm manzara beni tam anlamıyla şok etti. O kadar mutlu, o kadar sakin, o kadar huzurluydular ki anlatamam. Şehidin babası pırıl pırıl bir yüzle bizi karşıladı. Yoksul evlerinde ne varsa önümüze koydu. Sohbet esnasında ikide bir Allah’a şükrediyordu. Allah’ın bahşettiği büyük lütuflara layık olmadıklarını söylüyordu.

Ben sonunda dayanamadım. Onu üzmekten korkan titrek bir sesle:

--- Ama amcacığım! Dedim. Allah size yokluktan, perişanlıktan başka bir şey vermemiş. Bunca şükür ne için?

İman dolu bir yürekle konuştu:

--- Karşılığında Rabbimin rızası ve cennet olduktan sonra bütün musibetler hoş gelmiş, sefa getirmiş!

O an ateistlik damarlarım kabardı. Gayri ihtiyari:

--- Ya cennet yoksa? Diye bir söz döküldü ağzımdan. Ama hemen pişman oldum. Boş boğazlık ettiğim için kendime çok kızdım. Bu mazlum aileyi hiç üzmek istemiyordum.

Fakat korktuğum başıma gelmedi. Şehidin babası hiç kızmadı. Aksine geniş, hoş bir gülümseme yayıldı yüzünde.

--- Doktor Hans! Dedi bana. Oğlum Ahmet bir iştişhadi eylemde şehit oldu. Tam yedi yıl önce. İsrailliler cesedine el koydular. Üç ay önceki esir takasında oğlumun cesedini de bir demir tabut içinde teslim ettiler. Teşhis için oğlumun tabutunu açtılar. Aradan yedi yıl geçmesine rağmen oğlum sanki bir saat önce öldürülmüş gibiydi. Yüzü güneş gibi parlıyordu. O kadar parlak ve nurluydu ki… Vücudunda en ufak bir kokma ve çürüme yoktu. Hala yaralarından kan sızıyordu. Anlatabiliyor muyum? Aradan tam yedi yıl geçmiş ve oğlumun yaralarından hala taze kan sızıyor! Bu tıbben mümkün mü? Bunun bilimsel veya akli bir açıklaması var mı? Kesinlikle hayır! İnsanın ölü cesedi birkaç gün içinde kokmaya başlar. Benim oğlum ise yedi yıl boyunca ilk gün ki gibi kalmış. Bu ancak ilahi bir mucizeyle açıklanabilir. Ondan da öte bir şey söyleyeyim size. Ahmet’imin tabutunu açtıkları zaman kanlı elbiselerinden öyle güzel bir koku yayıldı ki etrafa o güne kadar hiç kimse böyle güzel bir kokuya şahit olmamıştı.

Ben bir kahramanlık efsanesi dinler gibi dinliyordum yaşlı adamı. İnanmaz gözlerle bakıyordum ona. Anlattıkları gerçekten aklın kabul edeceği şeyler değildi.

Yaşlı adam ona inanmadığımı hissetti. Sessizce ayağa kalktı. Öbür odaya geçti. Biraz sonra elinde tahta bir kutuyla geri döndü. Tahta kutuyu önüme, sehpanın üzerine koydu. Bana döndü. Heyecandan kısılmış bir sesle, duygu çağlayanı içinde:

--- Bu kutunun içinde yavrumun kanlı mendili var! Dedi. Şehit olurken cebindeymiş. Onu hatıra olarak kaldırdım.

Sonra büyük bir saygıyla kutuyu açtı. Kutunun içinde üzerindeki kanı kurumuş, buruşuk bir mendil vardı. Kutunun açılmasıyla odanın içi öyle hoş, öyle güzel bir kokuyla doldu ki ben hayatım boyunca böyle güzel bir koku görmedim.

Ben güzel kokulara düşkün, güzel kokulardan anlayan bir adamdım. Odanın içini dolduran bu mest edici koku kesinlikle dünyevi değildi. Dilim tutulmuştu. Konuşamıyordum. Gözlerimi mendilden ayıramıyordum. Bir anda her şeyi anlamıştım. Ruhumu esir alan küfür perdesi paramparça olmuştu. Kalbim duygu seli altında duracak gibi ağırlaşmıştı.

Neden sonra bir ağlama tuttu beni. Şehidin yaşlı babasına sarılmış hüngür hüngür ağlıyordum. Ve oracıkta Müslüman oldum…

Doktor Hans’la uzun uzun sohbet ettim. Doğrusu o ihlâslı yürekten dökülen incilere doyum olmuyordu. Lakin vakit hayli ilerlemişti. Doktorla vedalaşıp oradan ayrılırken:

--- Rabbim! Diye dua ediyordum. Şehitler gibi yaşamayı ve bir şehit olarak katına yükselmeyi bana nasip et!