Bu köşede çoğu defa olumsuz, üzüntü verici konuları işliyoruz. Yazılarımız içimizi karartıyor. Keşke hep olumlu şeyler yazsaydım. Bazen evde haberleri izlerken kızlarım müdahale ediyor. “Baba içimiz karardı. Hep kan, gözyaşı, mahrumiyet… Lütfen kapat, tahammül edemiyoruz.” diyorlar.

Ne yazık ki Müslümanlarla, İslam ümmetiyle ilgili haberlerin ekseriyeti kahredici şeyler. Askeri, siyasi, kültürel, ekonomik, her anlamda derin bir mahrumiyet,  yokluk içinde, karmaşa içinde yaşıyoruz. Gerçekleri görmezden gelerek, başımızı kuma gömerek de bir yere varamayız. Sorunlarımızı, sıkıntılarımızı, içinde bulunduğumuz kötü durumu konuşmak zorundayız. Merhum Şeriati’nin “Daha yeni konuşmaya başladık” diye bir sözü var.

Evet, konuşmalıyız, kahrolsak da, içimiz acısa da, utanç içinde belimiz bükülse de konuşmalıyız. Gerçeklerimizden kaçamayız. Konuşmalıyız ki hastalığımızın, perişanlığımızın farkına varalım. Çoğumuzun yaptığı gibi başımızı kuma gömerek günümüzü gün etmeye çalışmayalım.

Önce hastalığımızı tespit etmeliyiz. Neden bu durumdayız? İnsanlığa rahmet olarak gönderilen biz neden insanlığın en perişan ve mazlum ümmetiyiz? Neden dünyadaki sorunlu, sıkıntılı bölgeler hep bizim? En çok acı çeken, en zayıf, kimsesiz, korunaksız, toprakları düşmanın iştahını kabartan, her isteyenin başını ezdiği halklar neden hep bizim halklarımız? Neden hep bizim çocuklarımız ölüyor, analarımız ağlıyor, kadınlarımız dul kalıyor? Neden?

Kim düşürdü bizi bu duruma? Yoksa gerçekten mensup olduğumuz dinimiz mi bizleri geri bırakıyor, ilerlememizi engelliyor, dağınıklığımıza yol açıyor? İslam’a mensubiyetimiz midir bizleri bu kadar mazlum ve perişan kılan şey? Eğer öyleyse neden bu din en az on asır bizleri dünyanın efendileri haline getirdi? Cahil, yabani, putperest halklar iken Müslüman olmakla insanlık tarihinin en medeni, kültürlü, kalkınmış milletleri olduğumuza dair tarihsel hakikatleri nereye koyacağız?

Öyleyse bizi bu kahredici duruma düşüren şey mensup olduğumuz dinimiz değil! Hayır, değil… Peki, hasatlığımızın kaynağı ne? Bizleri vahdetten, bilim ve bilgiden, insani ve ahlaki erdemlerden uzaklaştıran, düşman kardeşler haline getiren, dış tehditlere karşı zayıf düşüren zaaflarımızın nedenlerini nerede aramalıyız?

Bütün bunlara cevap bulmalıyız ki çözüm peşinde koşalım. Ne yapmalıyız sorusuna kafa yoralım. Canımıza tak diyen, hayatımızı zindana çeviren sorun ve sıkıntılarımızı gidermeye çalışalım.

Biraz feraset, biraz vicdan, biraz bilgi, biraz öngörü aslında neden bu durumdayız ve ne yapmalıyız sorularının çok kolay olduğu hakikatini bize öğretmeye yeter. Evet, hastalığımızın kaynağı dinimize sırtımızı dönmemiz, dinimizin emirlerini görmezden gelmemizdir.

Bu tarihsel bir hakikattir ki ne zaman dinimize sırtımızı döndük musibetler yağmur gibi yağmaya başladı. Düşmanlarımızın karşısında kolay birer av haline geldik. Cehalet, tefrika, yoksulluk, tembellik çukurunda debelenir olduk.

Süslü püslü cümlelere hiç gerek yok. Uzun nutuklarla da işimiz yok. Sözü uzatıp ağzımızda gevelemeye, bin bir sözle acıklı ağıtlar yakmaya da kimse yeltenmesin. Ümmetin içinde bulunduğu bu kara kışımızı bahara çevirmenin tek yolu O’na, O yüce Resule tekrar dönmektir. Başka çaremiz yok. Ya O’na dönecek, şerefli yoluna sarılacak, emir ve telkinlerini rehber edinecek ya da zulüm ve sömürü canavarının iğrenç dişleri arasında un ufak olmaya devam edeceğiz.