Bu ülkenin gerçekleri denirdi. Hani ne zaman başları sıkışsa, mantıkları mahkum, akılları meflüç olsa bu ülkenin gerçekleri var derler ve istidractan mütevellid cerbezeleriyle kitleleri sindirmeye devam ederlerdi.  Ya sev ya terk et, mollalar İran`a, başörtülüler Suudi Arabistan`a, ordu göreve, gibi sloganlarla tebarüz eden ‘bu ülkenin gerçekleri` masalı, ufak tefek rütuşlarla normalleşme seyri izlese de hala uyutmak için okunup duruyor.

Anayasa yapıcı ve kurucu iradeden bahsediliyor. Halkın iradesi cüzi irade, malum kurucuların ki de –haşa- külli irade sanki. Öyle ya devrimlerle devrilen bir tarihin küllerinden, sözümona sıfır (!) model bir cumhuriyet kuranların bu iradelerini, bırakın tartışmayı, konuşmak bile hala, kimin haddine! tehdidiyle mümkün gösterilmiyor. Ve bu kurucu iradenin her on yılda v(n)urtopu –gibi doğuveren toplu, botlu  ihtilal çocukları da sonuçta kurucu aileden oldukları için sorgulanamaz havalarını muhafaza ve müdafaa etme vazifelerine sadık kalmaya çalışıyorlar.

 Şecaat arzederken sirkatlerini söyleyip, ‘uygunadım marş!` komutuyla; “On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” derlerken de kastettikleri buydu. Sadece ilk on yılda değil her on yılda ihtilal doğurdular ama bu çocuklarının sayısı kesinlikle her yaştan onbeş milyonluk bir niteliğe ve niceliğe ulaşmadığı gibi kendini gitgide zayıflattı ve bugün gelinen noktada neredeyse kurtarıcı ve kurucu dedikleri gövdenin de sahipsiz kalacağı bir eşiğe gelindi.

Şimdi 12 Eylül ihtilalcilerinden yalnızca bir iki taneciği yargılanıyor ve böylece demokrasinin yüreği soğutulmaya çalışılıyor. Bu çaba, 32 yıllık diktatörleri Suharto`yu öldüğü için yargılayamayan Endonezya`nın haline düşmeyelim`den ziyade, kurucu ve kurtarıcı gövdeyi kurtarma çabasına benziyor maalesef. Yani ölmek üzere olan çocuğu, anasının yaşaması için kurban etme gayretine benziyor. İlk kurucu da devrimciydi ama onun devrimi, “tartışılması ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kaydıyla –haşa- kutsaldır, mutlaktır deyip, çocukların atasından ilhamla yaptıkları devrimleri ise yaramazlık olarak görüp yargılama başarısı(!) başka ne ile izah edilebilir ki.

Ölülerin yargılanamayışı belki şahıslarıyla ilgili durumlar için sözkonusu olabilir ama devam eden gelenekleri için öyle bir engel nasıl kabul edilebilir? Ve en büyük acizlik de budur. Yani ölülerinden hesap soramamak. Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya da, ölen diğer kuvvet komutanları gibi hayatta olmasaydı, 27 Mayıs darbecilerinden hayatta kimse kalmadığı için nasıl ki, ‘demokrasimiz için yüzkarası ve ayıp` deyip hayıflandıkları gibi, ‘12 Eylül de tarihte kara bir lekedir` denilip geçilecekti.

27 Mayıs darbesiyle getirilen, korunan ne varsa hepsini tartışmaya açıp kaldırmadıkça, mağdurlarının hakkını teslim etmedikçe darbeyi yapanların ölü veya diri olması ya da yargılanmasının ne önemi olabilir ki. 28 Şubat bin yıl sürecek diyenler de herhalde kendilerinin bin yıl yaşayacaklarını kastetmiyorlardı.  Biz ölsek bile, mesela, kesintisiz sekiz yıllık zulüm bin yıl sürecek, kız erkek karma eğitim bin yıl sürecek, İslami her türlü temsil ve faaliyetin fişlenme gerekçesi olması bin yıl sürecek, İslami sivil toplum kuruluşları için kripto ve defacto uygulamalar bin yıl sürecek, İslami kimlikleri nedeniyle zulmü alkışlamayan ve zalimleri sevmeyen, dolayısıyla İslam dışı sistemi benimsemeyenlerin terörist görülmesi ve her yerde önlerinin kesilip engellenmeleri için ister yasal, ister yasadışı her türlü tedbirin alınması bin yıl sürecek. Evet bin yıl sürecek, derken kastettikleri şeyler bunun gibi sıralanıp detaylanıyor ve sadece eğitimin kesintisizliğini kaldırmaktan başka, hepsi daha da geliştirilerek uygulanmaya devam ediliyor.

Ve şimdi siz, 28 Şubatın mimarlarının yargılanabileceğinden bahsediyorsanız. Yani getirdikleri ve götürdüklerine karışmadan, neden yaptınız? denecek ve bakıma muhtaç oldukları yılları, huzurevinde değil cezaevinde devletin bakımıyla yine rahat geçirecekler. Sizce bu oyunlar bizi avutabilir mi ve bu masal bizi uyutmaya yeter mi?