Hakikat için keskin diye bir sıfat kullanılır. Bunu, gerçeklerin acılığı olarak da tarif edebiliriz. Fert ve toplum olarak başımıza gelen bela ve musibetlerin sebebi de çoğu zaman hakikatlerin suretini, sadece bizim hâlihazırdaki eylemsizliğimize özgü sınırsız merhameti gibi yorumlayışımız değil midir?

Bunları söylerken, acıların henüz taze olduğu bir demde menfur olay için sebep sonuç ilişkisi kuracak değiliz. Yalnız, katliamların failleri için herhalde demin keyfiyetini gözetmek beyhudedir.

Bir buçuk yıldır milliyet, cinsiyet filan gözetmeden sivillerin de açıkça hedef alındığı bu türden 20 civarında patlama var ve yüzlerce can kaybına maalesef yenileri ekleniyor.

Felsefi ve ideolojik tartışmalar, içinde yaşadığımız bir ülkenin varlığını ve bundan mütevellit birtakım dini, hissi, nesebi, siyasi, ticari, kültürel vs. yakınlıkların, dolayısıyla ortak reflekslerin olacağı gerçeğini değiştirmiyor.

Bu acılar, bu zaviyeden bakıldığında imtihandaki hikmeti de doğru görmemizi sağlar.

Şimdi sadede gelelim. Gerçekte katiller, orada kendini patlatanlar olsaydı, ‘hepsini yok edeceğiz` türünden beyanlar yaraya merhem olurdu. Ama olaydan önce gerçek katillerin büyük olanı, defalarca kendini ilan etmişti. O geceden daha iki gün önce tek merkezden yönetmenin, buradaki menfaatlerine zarar vereceğini düşünmüş olacak ki, ‘anayasa değişikliğinden endişeliyim` demişti mesela.

Olayı üstlenenler, elbette ki, bunu o zalimin endişesini giderip rahatlatmak için yaptılar. Zira asıl katili ne kadar memnun etseler, alacakları bahşiş de o kadar fazla olacaktı. Öyle ki, bu olay, geliyorum derken, merkez çoktan, uçakları vuracak füzeler bile gönderme kararı almıştı bile.

Büyük şeytan veya büyük katil, 15 Temmuz yenilgisi ile pes etmediğini sadece bu türden Türkiye`ye dostluk nişaneleriyle(!) değil, canlı bombalara acele tarafından daha nice alet edevat hediye ederek göstermeye devam edecektir.

Peki, bu tutum nereye gider. İki seçenek var.

Birincisi; Türkiye geri adım atar, ABD ve AB`nin politikalarına, çıkarlarına ve doğrudan veya dolaylı emirlerine boyun eğer, kurucu rejimin sınırlarına geri döner. Böylece “Yahudi ve Hristiyanları razı eder”(!).

İkincisi ise tek kelimeyle git gide daha da üşütecek bir soğuk savaş. Trump`ın bir sıcak savaş için dahi çok elverişli olduğu da ortada iken, adına ‘müdahale` diyecekleri ve içinde bol bol NATO, ittifak, incirlik gibi tartışmaların yer alacağı muhtemel bir takım savaş oyunları çok uzak değildir.

Bundan sonra Türkiye, ya savaş uçaklarından biri YPG`ye verilen Stinger füzeleri ile vurulmasın diye geri adım atma yoluna gidecek ya da ABD`nin ilerde tank ve savaş uçağı dahi vereceği bölgedeki kara gücü ile de bilfiil savaşma yoluna gidecektir. Bu sefer de PYD kontrolündeki bölgelerin sivilleri maalesef zarar görecektir.

Öte yandan Halep konusunda Türkiye`nin sergilediği med-cezir siyaseti, bundan sonra bölgede, Rusya`nın gölgesinde basit bir aktör olmaya razı olduğunu göstermektedir.

ABD`yi, YPG konusundaki ısrarından vazgeçirmek için israil ile ilişkileri düzeltme adımı da sonuçsuz kalmıştır ve geriye artık herkesin telaffuz etmeye başladığı tek seçeneği, Türkiye, ‘zaruret` diyerek kabul edecektir.

23 Ağustos tarihinde Lübnan'ın önde gelen gazetelerinden es-Sefir, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın bir yardımcısının Suriye başkentine giderek yüksek rütbeli Muhaberat yetkilileriyle görüştüğünü yazmıştı.

Bu arada Rusya ile bu kadar sıkı fıkı olmanın da yan etkilerini bir yere not edelim.

Peki, büyük katil, bu gidişata ne diyecek. Cevabı basit, Türkiye`ye şunu diyecek: “Sen şu koridor meselesini unut, çözüm sürecinde şart koştuğun gibi, canını sıkan canlı bombalarımı ve bilumum silahlı güçlerimi komple sınır ötesine alayım, sen de Sykes-Picot içinde huzur içinde yaşa.”

Sert bir kış olacak gibi…