“De ki; ‘Ey mülkün sahibi Allah`ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır senin elindedir. Gerçekten Sen her şeye güç yetirensin.” (Âl-i İmran 26)

Son yıllarda öyle şeylere şahit oluyoruz ki, ah`ları yerde bırakmayan ve dualara kayıtsız kalmayan Rabbimiz adeta büyük ihsanlarını dostlarına ertelemeden lütfediyor. Şimdilerde, ‘kim derdi ki` diye başlayan o kadar cümle kuruyoruz ki, her biri çok büyük şükür istiyor. Öyle ya, kim derdi ki, daha düne kadar olmadık itham, iftira ve kumpaslarla hayatlarını kararttıkları mazlum ve mustazaf Müslümanlara bir de  ‘Hizbulvahşet` diye manşet atanların ekran yüzleri karartılmakla kalmayacak bir de kendi zaman`larının dışına atılacaklar. 

Şimdi yukardaki ayetin tekrar be tekrar nüzul ettiğini görüyor ve ‘Ya Rab bizi bir an olsun nefsimizin eline bırakma` diye de dua ediyoruz. Tabi bu, söz konusu kimselerin başına gelenler karşısında sevinçten dört köşe olduğumuz anlamına gelmiyor.

Ancak Allah`ın bir kimseye: “Ben seninle birlikteyim, bak Seni üzenlere nasıl bir ders verdim, Senin ahını nasıl duyup icabet ettim, bak hiç ummadığın bir yerden ve belki de hiç beklemediğin bir anda nasıl da olmaz zannettiğin şeyleri ‘ol` emrimle bir çırpıda bitirdim.

Senin kendi gücünle filan halletmen imkânsız olan bir sorunu nasıl da çözdüm. Bak, Bana hazin yakarışların, sana verdiğim sabırla nasıl da meyveye durdu.

Onlar seni zindanın ve türlü türlü tuzakların kuyularına attıklarında, sen karanlığa taş atmak yerine ilim dedin, akıbetimiz, ahiretimiz dedin ya şimdi yedi yeşil başakla yedi kuruyu ve yedi zayıf ineğin yedi besili ineği, nasıl yediğini senin zamanındaki krala gösterdim.

Senin camiler civansız, Kuran agidsiz kalmasın diye bir derdin vardı ya bunu tam varlığının mihveri kılmıştın ki, gömleğin arkadan yırtılmakla kalmadı, bu defa sahtesine değil gerçek kana da buladılar ama sen af dilemeden, aldırmadan; ‘hoştur bana Sen`den gelen, ya gonca gül yahut diken, ya hayattır, yahut kefen. Narın da hoş, nurun da hoş kahrın da hoş, lütfun da hoş` tavrınla, daha hayırlısına Medrese-i Yusufiye dedin, bak şimdi kıtlıkla ve zillet elbisesi ile kimleri nerden nereye savurduğumu gördün.”

Evet şimdi alnı secdeye değen insanların ‘Sen gerçekten Yusuf musun` deyişi karşısında bir Allah taraftarının yapması gereken ne ise, ona hazırlık yapanların halini dünyevi bir sevinçle izah edemeyiz..

Ama gerçekten sevinçle ifade edeceğimiz bir husus var. O da şu. Katıldığımız seminerlere katılımda geçen yıllara göre müthiş bir artış var. Artık derneklerin filan salonları haftalık seminerler için yetmiyor.

Birçok noktada, neredeyse her ay bir iki tane konferans türü etkinlik yapılıyor ve hepsi dolu dolu geçiyor. Sadece doğunun filan değil artık batının da fikir dünyası yeni bir merkezle ülfet ve ünsiyet eder hale geliyor.

Mesacidullah, tekrar Kur`an bülbülleriyle doluyor. Ve her yerde müthiş bir tedrisat yarışı var. Peygamber Efendimiz (sav)`in hayatından ders yaptı diye yüz bin mensubu, bir şekilde karakollardan geçen bir hareket, bugün memleketin doğusundan batısına Akdeniz`inden Karadeniz`ine yüzlerce noktada yüz bin kişinin katıldığı siyer sınavı yapıyor.

Yakından uzağa çevresinde onca fitne kazanı kaynamasına rağmen istikametini bozmayan bir şuur, tahriklere kapılmadan uhuvvet safını düzgün bir şekilde sıklaştırma peşinde ve müthiş bir şevkle, heyecanla sanki sürekli umut üretiyor.

Sevinçle beraber bir korku da yok değil. Nasıl mı? Geçmiş kavimler, ısrarla mucize isteyince, Peygamberleri kendilerine, mucizeyi görür de iman etmezlerse sonlarının feci olacağını haber vermiş ve öyle de olmuştur. Bugün Rabbimizin gösterdiği apaçık işaretler ve derslere –maazallah- kayıtsız kalıp O`nun yolunda seferber olmamak da böyle bir tehlike barındırıyor.

‘..Fesebbih bihamdi Rabbike festeğfirhu ..”