Hükümetin seçim icraatı olarak hızlandırdığı tutuklamalar ve buna karşılık bir kaç kez darbeye teşebbüs ettikleri açık seçik belgelendiği, hatta düzenledikleri cumhuriyet mitinglerinde bu niyetlerini bas bas bağırdıkları halde kökten laik çevrelerden adeta günah çıkarır gibi kendilerine iade-i itibarda bulunmalar, toplumda çok da gündem olmuyor. Olsa da kısaca “eden bulur” denilip geçiliyor.
Peki bu hesaplaşma ve intikamın, tarafları, günden güne keskinleştirdiği algısı güçlenirken, “tek bayrak, tek devlet, tek vatan” formulünün, “tek adam” şeklinde uygulanması sürdürülebilir bir politika mıdır?
Türkiye`nin Nato üyesi, ABD müttefiki ve Avrupa ile imzaladığı bir çok sözleşmeye bağlı-bağımlı bir ülke olduğu gerçeği, bizzat mevcut iktidar tarafından pekiştirildi. Yine batı nezdinde Türkiye Cumhuriyeti`nin bir anlamda tanınma gerekçesi olan laiklik ve Kemalizm felsefesi de güya İslamcı-muhafazakar olduğunu söyleyen Ak Parti tarafından korundu.
Dolayısıyla Erdoğan ve hükmettiği iradenin şu anda tamamen kişiye özel bir hüviyetle yürüttüğü “paralel yapı ile mücadele” konsepti ABD ve batı alemi için şu soruya verilecek cevap kadar bir kıymete haizdir: ‘Düşünce, eylem, hedef ve geçmiş olarak hangi taraf daha laik, daha seküler,daha Kemalist, daha ABD ve batı yanlısıdır?`
Bu sorunun cevabı netleşince, tasfiye edilecek olan tarafın da kim olduğu netlik kazanacaktır. Darbenin neredeyse devlet idaresinin bir gerçeği olarak kabul edildiği Türkiye`de yüzde 51`lik halk desteğinden ve kilit makamların halkın eline geçtiğinden sözetmek iyimserlik ise, her konuda batının güdümünde olan bir rejimde, iktidarın duruma tamamen hakim olup çok güvende olduğunu sanmak da saflıktır.
Peki üstteki sorunun cevabına gelirsek, aslında onun cevabı için iki yıldır herkesin merak ettiği o meşhur soru bir kez daha sorulmalı; Hükümet ne yaptı da et ve tırnak gibi içiçe olduğu güruh ile kanlı-bıçaklı oldu? Görünen köy kılavuz istemediğine göre el cevap; birincisi, hükümet beş yıl önce israil aleyhine konuşmakla kalmadı, ‘otoriteden izin almadan` bir de gemi gönderdi. İkincisi de, imam-hatip ve başörtüsü gibi iki simge alanda açık oynadı.
Normalde bu iki cürüm, mevcut hükümetin, Kemalist çizgiden çıktığını ispatlayan açık iki delil idi ve derhal alaşağı edilmeliydi. Eskiden ‘muhabbetine doyum olmuyor` kıvamında iken bir anda ofsayta düşürülen Pensilvanya merkezli karşı taraf, engin haber alma kabiliyeti sayesinde batının bu niyetini öğrendi ve yaptıklarının da Kemalist düzenin garantisi olduğunu ikrar ile 17 Aralıkta batının tercihi için aday adayı olduklarını ilan ettiler.
Hükümetin iktidarını koruması için yani ABD ve batıyı ikna etmesi için kendisine sunulan iki seçenekten başka alternatifi yoktu. Birincisi, ABD ve bilumum Avrupa ülkelerinin derin bir yakınlıkla besleyip büyüttükleri dağdaki silahlı unsurla bir şekilde anlaşarak, onları halkın meşru ve tek temsilcisi yapacak, ikincisi de Ergenekon ve Balyoz ismiyle nitelenen sözde değil özde laik ve Kemalist olan beyin takımından alınanlar geri verilip itibarları iade edilecekti. Hükümet iki şartı da kabul etti ve tabii olarak bu iki durumun da gerekçelerini bir türlü halka açıklayamadı.
Bu arada, hükümetin asıl muhalifi durumuna gelen ve paralel, haşhaşi, FETÖ gibi etiketlerle işaretlenen postmodern cemaat ise, kendisinin daha batıcı, daha modern hatta gerçek israil dostu olduğunu ispatlamak için çok uğraşacak ama tabanının kimi faaliyetlerinin İslami simgelerden tamamen arındırılmaması nedeniyle mülakâtı kaybedecek ve elenecekti.
İktidar partisinin en büyük hedefi, Öcalan`ın Türkiye`ye teslim edilerek Ecevit`e Nisan 1999 seçimlerinde yüzde 22`lik bir oy hediye edilmesi gibi Haziran 2015 seçimleri öncesinde Gülen`in kendisine teslim edilmesiydi. Ama öncelikle batıya söz verdiği iki konudaki ödevlerini tam olarak yerine getirmesi gerekiyor. Bakalım onlar da sözünde duracak mı?