Günümüzün muteber İslam Alimleri ısrarla şunu diyorlar: “Bugün Filistin’de katledilen bütün masumların vebali, İslam ülkelerinin yöneticilerine aittir.”
Dost acı söyler. Ve maalesef, bu yöneticilerin çoğu zaten katillerle aynı safta. Geriye kalanların da hayli mazeretleri var.
Böyle bir atmosferde Kerbela Hadisesi’inin güncelliğine şahit olmak da ayrıca acı verici.
Mazeret demişken bu konuda genişçe dersler veren Kuranı Kerim’e varmak icap eder.
Savaş zamanları, insanların imanlarının sınandığı müstesna vakitlerdir.
O yüzden ayet-i kerimelerde, Bedir’de orduyla değil kervanla karşılaşmak isteyenlerden, Uhud daha başlamadan geri dönenlerden, Hendek’te kaçmak için özür uyduranlardan, Tebük’te izin isteyen kimi zenginlerden ve Hayber’e çıkılacakken mallarını ve ailelerini gerekçe gösterip geri kalan bedevilerden bahsedilir.
Bunların tamamı tescilli münafıklar değillerdir. Korku gibi kalp marazına yakalanmışlar, imanları henüz kökleşmemiş kimseler, nefislerini terbiye etme zahmetinde bulunmamış olanlar gibi diğerleri de böylece nazara verilir.
Fakat dikkati çeken husus, bu farklı tutumlarının sahici olmadığının adeta yüzlerine ilan edilmesidir.
Araştırmacılar self handikapı veya bilinen adıyla mazereti şöyle tarif ediyorlar: “Başarısızlığın sorumluluğunu azaltmak ya da başarıyı şahsi özelliklere atfederek, bireylerin kendi benliklerini korumak ya da yüceltmek için ürettikleri engellerdir.”
Yani bahanelerle güya kişi öz saygısını korumayı ve vicdanını rahatlatmayı amaçlıyor. Bunu devlet de söylese değişen bir şey var mı?
Bir de muhatabı ikna edecek şekilde delillere dayandırılan mazeretin bizzat söyleyenin kendisini ne kadar inandırdığı hususu var.
“Daha doğrusu insan, (kurtulmak için, bütün) ma'zeretlerini ortaya atsa da, kendi nefsine (bizzat kendisi) şâhiddir!” (Kıyamet 14-15)
Elmalılı Merhum bu ayetlerin tefsirinde şöyle ediyor: “Bir kimse, halka iyi görünmekle, şu-bu özürleri saymakla kendi vicdanında bilip durduğu hakikati değiştiremeyeceği gibi Hak nazarında hiç değiştiremez. O halde halk ne söylerse söylesin, kendisi ne kadar özür ortaya koyarsa koysun insan Hakk'ın huzurunda gerçek kimliği ile karşılaşacak, kendisi kendi aleyhine tanık olacaktır..”
Gazze’deki soykırımı durdurmak için elindeki gücü hakkıyla kullanmaktan imtina edenlerin “neden?” sorusuna verdikleri cevapları da bu zaviyeden ele almak gerek.
Nisa 75’ deki “size ne oluyor da” hitabı, mahşer günü tabi ki “size ne oldu da” şeklinde sorulacak.
Ve o dehşetli hesap vaktinde kurtulmak için bu dünyada sayılan mazeretlerin aynısı orada da sayılacak:
“Dünya Amerikanın çiftliğiydi, elimiz kolumuz bağlıydı.”
“Kendi halkımıza karşı sözlerimiz, sorumluluklarımız bizi alıkoydu.”
“Biz kendi varlığımızı korumayı önceleyen bir reel politiğe mahkum idik.”
“İç dengelerimiz müsait değildi..”
“Bizden önce iş başına gelenler, tarlamızı kafirler lehine sürmüşlerdi.”
Peki özürler haklı olamaz mı?
Elbette ki olabilir:
“Kör olana vebal yoktur, topal olana vebal yoktur, hasta olana da vebal yoktur.” (Nur 61)
Peki Gazze’ye kör olan var mı? Topal ya da hasta olan?
Dense ki, körlük yok ancak, adım attırmayan topallıklar ve hastalıklar var. O zaman bunun gerçekten doğru olup olmadığı da ilahi mahkemeye kalacaktır.
Yalnız orası öyle kolay bir yer değil:
“O gün zulmedenlere özürleri bir yarar sağlamaz, onlardan artık (Allah'ı) hoşnut edecek bir şey yapmaları da istenmez.” (Rum 57)
Allah muhafaza..