Amerika ile Gazze arası mesafe yaklaşık 11 bin kilometre.
İstanbul ile Açe arası mesafe yaklaşık 15 bin kilometre.
Hayırdır ne alaka? diyeceksiniz.
Bu soruyu bundan beşyüz yıl önceki Osmanlı’ya sormak gerek.
“Tamam Müslümanlar ama sultanım 15 bin kilometre ötedeki bir ahaliyle ne işimiz ola ki?”
“Nasıl imdat ederiz? Askerimizi Kaf dağının ardına gönderir gibi ta alemin diğer ucuna mı göndereceksiniz?”
“Arada okyanuslar, korsanlar, eşkıyalar, fırtınalar var. Karşımızda tüm Hint okyanusunu Asyanın güney doğusunu elinde tutan garplı ordular var. Güneyde doğuda isyanlar var, var oğlu var. Nasıl gideriz nice gideriz, niçin gideriz Açe’ye?”
“Komşu değildir ki daim yanlarında olalım. Bize menfaati nedir?”
Hem “Allah onların yardımcısı olsun” deyu zatı devletlileriniz bir dua buyursalar, Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi dahi cümle mabedlerde dua ettirseler kafi gelmez mi?
He ya şimdiki kerametleri kendinden menkul kimi tarihçiler amma da kınıyorlardır Osmanlı’nın o dönemdeki bu tavrını.
Sultan Süleyman’ın, İkinci Selim’in gönderdiği topları, o topların eğitimini veren topçuları ve daha bir çok askeri desteği ve bu yardımlar sayesinde Açe’lilerin Portekiz’leri püskürtüp orada büyük bir devlet kurmalarını.
Osmanlı deyince hemen “ya hu şöyle nahoş işleri falan filan” diye oltaya atlamanın sırası değil.
Venediği, Fransızı aşıp, Sevilla’yı, Granada’yı, Kordoba’yı dövecek kadar henüz güçlü bir donanmasının olmadığı dönemlerde bile Endülüs’e teselli umuduyla Akdeniz’de küçük gemilerle bir şeyler yapmaya çalıştığı zamanlardan sonra belki de daha ötesini yapmamış olmanın veya yapamamış olmanın verdiği bir nedamet hissi 70 yıl sonra Açe’ye uzatılan yardım ile telafi edilmeye çalışılıyordu. Kim bilir?
Lakin aha şu ulusçuluk zindanı.
Gönüllü zillet.
Kendinden yanmalı kütük.
Türk’lükle en ufak bir alakası olmayan Açe’ye gönderilen en üst seviyedeki silah sevkiyatını bir kafatasçı yorumlasa, yedili masaya son dakikada süper yetkilerle ve gizli protokolle eklenen ultra ümmet düşmanı şahsın muhtemelen Filistin ve Karabağ gibi yerlerin duasıyla sandıktan dışarı çıkamaması gibi trajikomedi olurdu.
Mevcut laik seküler Kemalist elbiseyi, Osmanlı’yı reddeden kısımlarını içe katlayarak giyenler için bu Osmanlı Açe muhabbeti de elbette ki tadından yenmeyen bir hamaset salatası oluyor.
Fakat tabi ki kendi zamanına özel, kendi bağlamında güzel nostalji kıvamında bir himaye destanı..
Gazze Türkiye arası 395 kilometre. Ankara İstanbul arası mesafeden 50 kilometre daha kısa..
Eh nasipten öteye yol da yok..
Mekke’ye 70 kilometre mesafede idik. İnşaattayız. Hac mevsimiydi ve tüm işçiler bayram iznindeydi. “Haydi hac için Mina’ya Arafat’a gidelim” deyince bir işçi şöyle demişti: “Ben 10 sene önce yine burada işçiydim. O zaman gitmiştim, gelmeyeceğim.”
Mesele mekanda olması değil nasip olmasıydı.
Mesele tarihinizde olması değil sizde olmasıydı.
Mesele mazinin hatıralarıyla avunmak değil, yarın hoş bir hatıra ile anılmak idi.
Mesele yeryüzünün diğer ucuna gitmek değil, dünyalı mazlumun gönlüne girmek idi.
Mesele dünyevi hiçbir çıkarınızın olmadığı bir Açe’nin sahiline asker ve top çıkarmak değil, imdat isteyen bir halkın size olan güvenini boşa çıkarmamak idi.
Peki sadece askeri yardım mı?
Hayır.
Mesela Medine’de mukim olan İbrahim el-Kûrânî eş-Şehrezûrî el Kürdi (ö. 1690) gibi büyük alimlerin Açe’den gelen hacılarla temasları sayesinde oraya varan muazzam ilmi ve irfani feyizler, bereketler hala o bölgede dipdiri..
Ve yine “hangi Osmanlı?” gibi bila hacet laklakadan sarfı kelam ile soralım?
Hangi mertlik?
Hangi yücelik?
Hangi itibar?
Hangi beklenen?, hangi umut edilen?, hangi büyük bilinen, hangi âlihimmet sanılan!
Neyse boşverin onu da reelpolitik helvasının tadı nasıl?