Siz o cenneti hiç görmediniz. Kokusuna, rengine, gülüne, bülbülüne yabancısınız. Bir selamıyla gönüllerin şifa bulduğu, düşlerine bir dünya merhamet sığan yiğitleri de siz hiç görmediniz. Siz, sevdasına şehadet nakışlamış, konuştukça kardeşinin ayağını yerden kesen cennet kuşlarının kanat çırpışlarını da bilmezsiniz.
Kucağında Yasin’ler büyüten annelerin yüreğinde veda nereye düşer, vuslatın menzili kaç nefestir, siz ölçemezsiniz. “Aha şu babam Hasan” diyen evladın şerefi gözlerinizi kamaştırır, siz bakamazsınız.
Hüseyn’e, Cumali’ye, Turan’a ve Riyad’a yakışan makamın türabı mukaddestir, iklimi mualladır, nesimi mücella, siz varamazsınız.
Aytaç’ın simasında en Nur ismi kaç şems ile yazılır siz okuyamazsınız.
Muhabbetten yapılan bina öyle demire çimentoya benzemez, değil biedep tükrüğünüzle nefret yağdırmak, deprem olsanız sarsamazsınız.
Velakin gel gör ki, tanıdık değiliz, tanış değiliz, aşina değiliz, yoldaş değiliz, sırdaş hiç değiliz.
Siz bulunduğunuz uzaydan Firdevsi, Adn’i nasıl temaşa edeceksiniz, duyularınız bu alemin hürmetine ecnebi.
Ab-ı hayattan içmeyene Kevser, Selsebil nasıl anlatılır?
Güneşi görmeyene şanlı Nebi nasıl anlatılır?
Yıldızlara şahit olmayana Sahabi nasıl anlatılır?
Mekke’nin Muhacirinin hatırını saymayana Medine’nin Ensar’ı nasıl anlatılır?
Ensar’a hürmeti olmayana sahiplenme nasıl anlatılır?
Emanet bir nesli yani bir toplumun geleceğini yaban ellerin iğrenç heveslerine atmaya azmedenlere; çoluk çocuğa, aileye “sahip olmak” ne demektir, bu nasıl anlatılır ki?
Birçok yakınını savaşta kaybetmiş, yurdundan, işinden, aşından olmuş, gelip ocağınıza sığınmış Müslüman insanları her fırsatta Suriyeli filan diye aşağılayıp, haysiyetlerine, canlarına, masumiyetlerine ilişenlere; yoksula, mazluma, yetime, dula, mağdura, mahruma, kimsesize “sahip çıkmak” ne demektir, nasıl anlatılır ki?
Hikayeleri alabildiğine kirli olanlara hangi temiz öykü, hangi müberra şiir, hangi mutahhar hatıra tesir eder ki?
Ne diyor sözün sultanı Mevlana Celaleddin(rh):
“Cüsseli adam misku anber satanların çarşısına gelince aklı başından gitti, bir ölü gibi yığıldı kaldı. Görenler başına üşüştü. Kimi kalbini yokluyor, kimi yüzüne gül suyu serpiyordu. Bilmiyorlardı ki zavallı, gül kokusundan bayılmış. Kimi elini, başını ovuyor kimi öd ağacına şeker karıştırıp tütsü yapıyor, kimi yakasını çözüyordu. Birisi ağzını kokluyor şarap mı içti, afyon mu yuttu? diye anlamaya çalışıyordu. Adamın neden bayıldığını anlamamışlardı. Akıllı ve anlayışlı bir kardeşi vardı. Biraz köpek pisliği ile geldi. Çünkü kardeşi köpek bakıcısıydı, pisliğinin kokusuna alışmıştı. Gül kokusu alınca bu yüzden bayılmıştı. Kardeşini o halde görünce önce halkı dağıttı, sonra bir şeyler okuyormuş gibi yaptı, gizlice köpek pisliğini burnuna koklatınca adam ayılarak kendine geldi. Halk şaşırdı: "Bu ne büyük bir efsun ve bir sihir!””
Biz sizi hakikatinizin sırrıyla tanıyoruz. Siz ise bizi kaskatı, kapkara aynanıza yansıdığı, yansıtıldığı kadar tanıyorsunuz.
Yine Mevlana Hazretleri ile bitirelim:
“Biz işlerin gidişatını öğrenmiş olduğumuzdan ağızlarımızı mühürlediler. Gayb sırları faş olmasın, şu hayat, şu geçim yıkılmasın diye bizi söyletmiyorlar. Gaflet perdesi tamamiyle yırtılmasın, mihnet tenceresi yarı ham kalmasın diye susturdular bizi. Kulağımız kalmadı amma baştan ayağa kulağız. Ağzımız söylemiyor, dudağımız yok amma baştan başa sözüz.
Ne verdiysek burada bulduk şimdi. Bu alem perdedir, o alemse asıl hakiki alem..”
Velhasıl “dangalak” değiliz, söyleyecek sözümüz çok da muhataba bakınca içimizden “hamuş kon” (sus) der geçer gideriz.