Depremin iki tabiri olabilir.

Birincisi kötü bir kâbustu ve yakın gelecekte bütün toplumu uzun dönem mahvedecek felaketler zincirine işaret etmekteydi.

İkincisi ise menfi sadaka idi. Hani Üstad, sadakayı ikiye ayırıyor, biri müspet diğeri menfi diye. Müspet sadaka ilk akla gelen manasıyla; yaratılan varlığa bir fayda sağlamaktır. Menfi olanı ise kişiye isabet eden hastalık, bela, üzüntü ve malının çalınması gibi hususlardır. Haliyle bu kadar büyük bir musibet, menfi olarak devasa bir sadaka idi. Sadaka da belayı def edeceğine göre, topluma yaklaşmakta olan çok çok büyük belaları def etti.

Elbette ki ikinci mezhebi benimsemek ümitvar olma adına daha isabetlidir. Ancak yer biliminin yasaları, kuru temennileri dinlemiyorsa, sosyolojinin kanunları da iyimserlikle filan değişmiyor. Hele de mantığı çok basit kuralları…

Mesela: Tabiat boşluk kabul etmez. Sizin ihmalkar davranarak, zamana bırakarak, yetersiz çalışıp hafife alarak boş bıraktığınız bir alanı mutlaka başkaları doldurur. Sonrasında yakınıp sızlanmanın size bir faydası olmaz.

İkincisi: Nimet nankörlüğü kabul etmez. Sizin alışma, başkasına özenti, aç gözlülük, kanaatsizlik, savurganlık, yerinde kullanmama gibi saiklerle şükrünü eda etmediğiniz her lütuf, her fırsat, her güzellik mutlaka elinizden alınır. 

Her meydanı, her ciddi mekanı dikili taşlarla dolu bir ülkede hele de o taşları diken ellere herkesin korkuyla boyun eğdirildiği bir ülkede taşlar yerine oturmadığına göre mevcut imkanların elden alınmayacağına dair hiçbir garanti yoktur.

O yüzden on iki, on üç sene eğitim kademelerinin tornasından geçirilen bütün beyinlere laik seküler format atmaya devam edilirken, din, millet, akıl, mantık ve insaf karşıtı bir muhalefet bloğunun ortaya çıkması gayet doğaldır.

Medyasıyla, eğlencesiyle, adalet zaafıyla muhaliflerine benzeyenlerin “biz ve onlar” biçimindeki dikotomilerinin silikleşmesi hayli normaldir.

Zulme karşı üretilen politikayı, değişen şartlar hatırına esnetip yamultan maslahat dümenini çevirecek kaptanlar arasındaki farkın da umursanmaması oldukça tabidir.

Şimdi kafası karışık olanlara bu memleketin sahibi kimdi, kim olmalı diye çok hızlı, özetle ve tekrar tekrar sorup cevabını net şekilde söylemek gerekiyor ki, mutlak şerrin şeytanlığına kanmasınlar.

Bu, belki de nimetin şükrü için biraz daha mühlet verilmesine vesile olacak.

Bu memleket çok çok önce gâvurun elindeydi. Sonra ilây-ı kelimetullah motivasyonuyla Müslümanlar buraları İslam toprağı yaptılar, her köşesine camiler, ilim irşad merkezleri kurdular. Kafirlere karşı izzetlerini, namuslarını, geleceklerini, beldelerini korumak için çok büyük bedeller ödediler. Onlara benzememek için dinlerini daima baş tacı ettiler. Şeriatın bir hükmüne canlarını feda ettiler. Bunun bayraktarlığını yapmak için uzak diyarlara adaletle gittiler.

Kutlu fetih müjdesiyle ve yüce sahabe ile aziz olan İstanbul gibi, Diyarbakır gibi, bu memleketin her şehri nice alimin, evliyanın, milyonlarca şühedanın mübarek ruhlarıyla ayaktadır. Bu diyar en başta onlarındır.

Bu memleket, idaresiyle çelik çomak oynanacak kadar basit bir oyuncak dükkanı değildir.

Bu memleket, kumar masasında, ucuz menfaat kaprisleriyle rezil rüsvay edilecek kadar pespaye bir sirk çadırı değildir.

Bu memleket, kendi boynuna geçirdiği yuların ucunu küresel şeytanların eline vermek için çırpınanların işlettiği yel değirmeni değildir.

Ey kin bürümüş gözüyle yarını resmeden zavallı! Bu memleket, senin intikam hırsına da hased ateşine de kirli menfaat hesaplarına da sığmayacak kadar büyüktür.

Velhasıl bu memleket, tekbirlerle depremin enkazından çıktığı vakitte bile; “Mevlâ görelim neyler neylerse güzel eyler” diyen yüce ruh sahiplerinindir.

Yarın da onların olacaktır inşallah vesselam.