Her dinden, her farklı dünya görüşünden, her milletten insanların gelip geçtiği bir yerde, hiçbir ayrım, hiçbir hedef gözetmeksizin yalnızca ve acımasızca öldürmek..

Yavruyu, anneyi, babayı ve yeryüzüne indirilen o biricik merhameti, şefkati, ülfeti, bağı, muhabbeti öldürmek.

Henüz kucaktaki bir çocuğun zaaf ve aczindeki kerameti, annesi evde yolunu gözlerken sokakta emanetini öldürmek. 

Daha duvağı açılmamış hayallerin içine sızıp, bugün ve yarın için görülmüş ne kadar düş varsa sağa sola düşsün diye rüyaları öldürmek.

Herkesin kitabında adı masum diye geçen hiçbir şeyden habersiz sivilleri değil sadece, adeta muhakeme edecek aklı öldürmek, tartacak mantığı, neticeye varacak ayarı, izanı, ölçüyü öldürmek..

Gözün gördüğü mesafeyi, rengi öldürmek. Kulağa çarpan sesi, yankıyı, sonra dile düşen harfi, kelimeyi öldürmek.

Bu da insandır, birinin hissesidir, hislerden hissesi vardır deyip tam bir itimat ile sırtını dönüp giderken, emni, emanı, selameti, güveni öldürmek. 

“Bu kadarını da kimse yapacak değil ya” denilen varoluş ihtimalini, toplu yaşamın ontolojisini öldürmek.

Ağırlık, hacim, koku, tat, sıcak, soğuk ne varsa beşer hakikatine dair gerçekliği öldürmek.

Yine ahseni takvimde kerim yaratılmışken, yücelerin en yücesine çıkabilecekken, diğer tüm varlıklara halife kılınmışken, aşağıların en aşağısına indirilmeyi seçip canice öldürmek.

Binlerce yıl öteden mesela Ecrin bebeğe nasıl kıyıldığını görmeselerdi “yeryüzünde kan dökecek, bozgunculuk(teröristlik) edecek birilerini mi” diye söze girer miydi melekler?

Oysa bu yazıda Ebu Ubeyde bin Cerrah(ra) diyecektim. Muhammedül Emin(sav) tarafından “Ümmetin Emini” diye vasfedilen o kutlu sahabeden geriye kalanları yad etmekten bahsedecektim.

Fakat bir kere daha kalleşçe vuruldu “eminlik”. Zerre kadar güvenilmemesi gerekenlerce..

Fani dünya şimdi biraz daha güvensiz. Artık biraz daha kuşkulu yüzler. Biraz daha şüpheli kaldırımlar, caddeler ve yola düşen gölgeler.

Zamlar ve enflasyon ile artan çarşı pazar güvensizliğine yeni bir halka daha eklenirken, insanlar arasına örülen duvara şimdi bir tuğla daha koydular.

Ve şu kocaman dünya, eskiden olduğu gibi şimdi de rasgele öldürerek hakikatte hiç olmayan güçlerini ispatlamaya çalışanların elinde va’dedilen günü bekliyor.

Oysa keyfi bir şekilde zulmedenden daha zayıfı yoktur. Ne demişti Üstad Bediüzzaman(rh): “Tahrip esheldir(en kolayıdır); zayıf tahripçi olur. Âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete (olumlu işlerle gücünü göstermeye) hiç yanaşmaz. Menfîce(olumsuzca) müteharrik(hareket eden), daim tahripkâr olur.”(Lemeat)

Lanetler, beddualar, öfkeler, tepkiler yazıldı, çizildi, paylaşıldı. Yalnız bu ülkede böyle kahpece katliamlarda bir şey ihmal ediliyor.

Madem ki, arka plandaki katiller İstanbul’un en bilinen noktasından bir şeyler söylemeye çalışıyorlar. O halde saldırının ikinci günü neden aynı noktada devasa bir insan seli toplanarak, neden hep bir ağızdan “bakın bizi öldürerek vermek istediğiniz lanetli mesajınız her neyse işte biz buradayız” demesin?

Hem şöyle hep bir ağızdan getirilecek tekbirlere ne olmuş?

Ne olmuş bu coğrafyaların hiç değişmeyen tınısına: “kahrolsun emperyalizm”, “kahrolsun büyük şeytan emrika!”