Türkiye ile İran arasındaki son zirve ve imzalanan anlaşmalar iki ülkenin kesişim ve birleşim kümelerini tekrar hatırlattı.

İki ülkenin hakimiyet mücadelesi, Suriye’den Ermenistan’a kadar uzanan uzun bir hat üzerinde kesişiyor.

Bu durumun sahada zaman zaman dallanıp budaklanan ve sürekli büyüme potansiyeli bulunan birçok karmaşık probleme yol açtığı ortada.

Ancak iki ülke bu problemleri ciddi sorun seviyesine çıkarmadan ilişkileri vasat bir çizgide sürdürmeyi tercih ediyor ve bunu da başarıyorlar.

Bunun en önemli sebebi zayıf yönleri. Biri, kendi iç bütünlüğü için Sünniliğe diğeri ise Şiiliğe muhtaç.

Sadece batı nezdinde değil, bölgesindeki ülkelere göre de Osmanlı siluetini unuttuğu/unutturduğu ölçüde yakınlık kurulabilir, meşru ve güvenli görülen bir Türkiye devleti, bir yandan çok ihtiyaç duyduğu inanç değerleriyle ve bu anlamda Sünnilik ile de ciddi çelişen laik Kemalist rejimini güncelleme sıkıntısı yaşıyor.


Öte yandan, ülkeyi batının müdahalesine tamamen açık halde tutan boşluklarıyla varlık mücadelesi verirken bir de ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor. Geçmiş imparatorluk heybetinden tamamen vazgeçme pahasına hayranlıkla peşine düştüğü Avrupa’lı ve Amerika’lı dostlarından(!) bırakın destek görmeyi onlara yem olmamak için, şimdilerde onların ittifaklarına tutunmaktan başka bir çare olmadığını düşünüyor.


Bu gerçeğin acısını giderek daha fazla hissettiği halde çok garip ve çarpık bir şekilde Anglosakson dünyadan ithal edip Müslüman halka zorla uyguladığı yasaları, usulleri, kabul ve kanaatleri tartışılmaz derecede mutlak doğru ve gerekli kabul etmeye devam ediyor.

Bununla beraber Biden’in başkan yardımcısı olduğu Obama döneminde daha fazla netleşen ve Ankara’yı evvela eski kodlarına geri döndürüp kendini yönetme iradesini hedef alan Amerikan politikasına karşı rahatsızlığını her fırsatta dile getiren Türkiye’nin, İran’la son yakınlaşmasında bunu da hedeflediği malumdur.

Kırk yılı aşkın içerde kendini batının ayak oyunlarından koruyarak uzun süre yıpratıldığı savaşın ardından sahip olduğu petrol ve doğalgazına rağmen bitmeyen ekonomik ambargolarla uğraşırken aynı zamanda kilit isimlerine yönelik ABD ve siyonist işgal rejiminin suikastlarıyla sarsılan İran ise, bölgede ciddi bir askeri ve ekonomik güç olarak devrimini muhafaza etmeye çalışıyor.

Aslında 1996 yılında merhum Erbakan Hoca’nın çabasıyla D-8 ülkeleri olarak bir araya gelmenin ilk adımını, iki ülke beraber atmışlardı. Ve yer yer ikili ilişkilerde ciddi ivmeler de kazanıldı. Şu anda dönem başkanlığını Bangladeş’in yürüttüğü D-8 ittifakı sürüyor ancak başlangıçtaki aktivasyonu yerini tabela zirvelere bırakmış durumda.


Türkiye’nin İran kadar olmasa da F 35 ve şimdi de F 16 başta olmak üzere her gün daha fazla Amerikan engeline maruz kalması bile İran’la enerji ve teknoloji paylaşımı gibi kritik konularda gerçek iş birliğini zorunlu kılıyor. Batıya teslim olmak yerine alternatif seçeneklerin hepsini zorlamak en isabetli rotadır. Bunun için D-8 projesini canlandırmak başta olmak üzere herhalde yeni ittifaklar üretmenin de sınırları zorlanmalı.


Ve toplumun temel sabitelerine uymayan her türlü batı mamulü yaşama ve yasama faaliyetleri de yüzlerine çarpılmalı.

Ki Danıştay’ın dün “İstanbul Sözleşme’sinin İptali”ni doğru bulan kararı bir milad olmalı. Eğitimden, Aile’ye ne kadar ecnebi dayanak varsa hepsi ayıklanmalı.

Velhasıl ekonomik darboğazdan komşuyla el ele vererek çıkmak mümkün müdür? Evet.
Batılıların hilelerinden onların tuzaklarına karşı durarak kurtulmak mümkün müdür? Evet.