Türk Ocakları İstanbul Şubesinin; "Günümüz İslam Dünyasında Meseleler ve Çözüm Yolları-2" adıyla düzenlediği etkinlik gündemdeki yerini koruyor.

Afişe edildiği üzere bu, aynı konuda ikinci etkinlik. İlki, Ekim 2016’da oldukça farklı kesimlerden pek çok yazar ve akademisyenin katılımıyla/sunumuyla yapılmış. Tabi ki ilk konuşma bir ilçe belediye başkanı ve ardından da aynı partinin yani ana muhalefetin lideri tarafından yapılmış. Konuşmalar/bildiriler ise gayet nitelikli ve hacimli. 

İkincisinde de konuşma protokolü aynı sadece ilçe temsiliyeti büyükşehir ile değiştirilmiş. Yalnız, katılımcılar ve muhteva, birincisine göre hayli cılız kalmış.

“Mesele” denilince hemen akla “İslam Dünyası”nın gelmesi/getirilmesindeki algı mühendisliğinin daha yutulur projelere yönelip yönelmeyeceği meçhul. Çünkü, “çözüm, bildiri, öneri” denildiğinde akademik hassasiyetleri diğer kaygıların önüne geçen aydınların bu tür organizasyonlardaki çabaları gözlerden kaçmıyor.

İslam Dünyasının elbette ki makro veya mikro ölçekte sempozyum, çalıştay gibi farklı düzlemlerde tartışılması gereken nice meselesi var ve neredeyse bunların ele alınmadığı bir gün yok. Ve bunları düzenleyenlerin niyetinden ziyade sonuçları incelenir.

Değerli fikirler, yapıcı vurgular ve pratik tavsiyelere bırakın itiraz etmeyi elbette ki teşekkür edilir, istifade edilir, referans kabul edilir..

Ancak bu tür çalışmaların aidiyet filtresini atlamak öyle kolay gözükmüyor. “Mescid-i Dırar” tecrübesi, takdiri ilahi tarafından, Müslüman zihnin algoritmasında aktif edilmeseydi, her cami/mescid yapan kişiye mutlak bir şükran vazifesi düşerdi.

Düşünün memlekette adeta tüm Müslüman toplumun rahmetle andığı bir zatın cenazesine dahi tahammül edemeyenlerin aynı vakitlerde, günümüz İslam dünyasının meselelerinden bahsetmeleri yahut yine tam da cinsi sapıkların daima yanında olacaklarını açıkladıkları saatlerde Müslüman aleminin sorunlarına çözümden dem vurmalarını “mescid-i dırar” şablonuyla tartmayacak bir Allah’ın kulu olabilir mi?

Konuşmalardaki mesela Karl Marks’lı güzellemelerin subliminal alaycı retoriğini haydi görmezden gelelim. Peki dediğiniz gibi İslam Dünyasının merkezi İstanbul ise, o zaman önce oradan başlamak daha rasyonel(!) olmaz mıydı?

Örneğin malum laikçi şiddetin Müslüman Türkiye halkına jakoben, tektipçi dayatmaları devam ediyor. Buna karşı çözümlerinizden de söz edebilirdiniz.

Tepeden tırnağa bütün etkili ve yetkili sekülerlerin, İslam’ın sabitelerine, şiarlarına, alimlerine, tarih ve medeniyetine, mütedeyyin müntesiplerine şaşı ve ters bakışının fizyolojisi ve psikolojisi ile ilgili de bir beyanatta bulunabilirdiniz.

Şimdi önemli olan mevzudur, vazeden mühim değildir denilebilir mi?

Nakledilir ki, yoksulun biri, bir gün Hz. Ali’ye halinden çok dert yanmış. Hz. Ali(kv) de eline bir avuç toprak almış. Bir Fatiha okuyup toprağa üfleyerek avucunu kapatmış. Ve açtığında avucundaki altını o yoksula vermiş. Her şey güya yoksulun gözü önünde olmuş ya, bizimki almış avucuna bir avuç toprak, başlamış Fatiha okuyup üflemeye. Bir, iki, on, kırk derken, elde var toprak.. Varmış, Haydar-ı Kerrar’ın yanına. “Ya Ali(kv)! Senin yaptığının aynısını yaptım defalarca senin okuduğunu okudum, ama olmadı”. Hz. Ali(kv); “toprak aynı toprak, Fatiha aynı Fatiha yalnız ağız aynı ağız değil” demiş.

Gerçi sorunun odağından çözümün ocağına bu kadar zıt bir paradoksla Fatiha misali ayetler okuyup adalet, şefkat, merhamet, çaba, gayret nakaratlarıyla vaziyet meşki de büyük başarı.

Bunun üzerine onuncu yıl marşı bile söylenir: “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız; Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.”

O sempozyumda sözünü naklettiğiniz Karl Heinrich Marx, başka bir yerde ne demişti: “Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların maneviyatını oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”

Çözüm basit filan diyor galiba: Afyonsal, dinsel bir nostalji işte..